Kendi gençliğimizi matah bir şey sanıp da yanılgıya düşmeyelim. Yaşadığımız günün kıymetini bilelim. Onu düzeltmeye bakalım. İnsan geçmişten ders alabilir. Ona ütopya muamelesi yapamaz ama. 

Fakirleşmeyi bir kenara bıraksak bile pandemiden negatif etkilenmemiş olmak iyi bir şey mi onu bilmiyorum.

Pandemi izolasyon demek. Yalnızlık, kapanmışlık, kısıtlanmışlık demek. Bundan kötü etkilenmemek mümkün mü? “Zaten” pek dışarı çıkmayan, “zaten” nefsiyle bir hürmet ilişkisi kurmayan; çalışkan, işine dedike bir çoğumuz da “pek bir hayatımız yokmuş zaten” düşünce kuyusuna düşmüş olabiliriz mesela.

Pandemide herkes pandemi öncesini özlüyor bir yandan da. Bu bir nostalji sayılır mı?

Geçmiş bu kadar yakın olunca ister istemez daha analitik oluyor insan. Oysa nostalji irrasyonel bir serzeniş, saçma bir acıdır. Acıdır ama rahatlatır, ferahlatır, gülümsetir. O yüzden pek çok insan cebinde nostalji kartıyla dolanır. Olur olmaz şrak kart masaya atılır.

Muhtemelen, pandemi etkisiyle “eskiden her şeyin daha iyi olduğunu” düşünme temayülü yükselişte. Eskiden dediğim ilkokul, lise, 90’lar, 70’ler, seçin beğenin. Böyle “acılı” zamanlara sürmek üzere geliştirilmiş merhemin adı belli: Nostalji. Çok detaylı hatırlanamayacak kadar geçmişte olması ama öyle çok da geçmişte olmaması makbul olanı. Geçmişte yaşayanların çoğu zaten kendi inşa ettikleri bir geçmişte yaşar. Ama azıcık da bilgi kırıntısı gerekir. Şunu demek istiyorum. Portofino nostaljik bir şarkıdır. Ama Brandenburg Konçertoları klasiktir, eskidir. Gözleri kısıp uzaklara gitmek için, melankoli için uygun olan Portofino’dur. Bach ile göz kısıp çakmak sallayana gülerler.

Sığınmak için birebir. “Ne günlerdi be.” Sahiden ne günlerdi?

Nostalji geçmişin eğilmiş bükülmüş seçilmiş birleştirilmiş ve bu şekilde bir “mazi buketi” haline gelmiş şeklidir.

Kelimesinde acı vardır. Yunanca νόστος/nóstos (yuvaya dönüş) ve ἄλγος/álgos (acı) kelimeleri birleştirilerek yumurtlanmıştır. Yuvaya dönme özlemini tarif için. Genel olarak geçmişi özlemek anlamında kullanılır.

1980’lerde çok popüler bir kelimeydi. Nostalji diye yığınla mekân açıldı, Muazzez Ersoy bu isimle milyon milyon satan vasat bir Türk müziği serisi yaptı. Arkadaş sohbetlerinde 40 yıllık çocukluk anıları nostalji başlığında toplandı. Herkes bir ucundan çekiştirdi kelimeyi.

Yeni de değil. İlk çağlardan bu yana değişik şekillerde geçmişe özlem duyulmuş. Yeni nesil beğenilmemiş. Ama genellikle yeni nesil hep bir adım ileri olmuş. Adı üstünde yeni. Sen yeni değilsin. Aklındaki köhne bilgilerle bahçeni suluyorsun. Oysa yeni nesil yeni inşaat demek.

Benim yaşımdakiler genel olarak okulda 11 yıl aşağılanmıştır. Erkekse üzerine bir de 18 ay askerde… Fakat ne hikmetse herkes askerde “hep ense” yapmıştır. Okulda hep bir muziplik vardır. Hepsi birer Hababam Sınıfıdır.

Sanırım evrimleşirken yüzbinlerce yıl boyu yavaş yavaş içimize minik minik Polyanna’lar kaçmış. Geçmişin güzel “şeylerini” hatırlama, gerisini unutma eğilimi kılığında. Devam edebilmek için.

Çocuk sahipleri bilir. İlk bir yıl zordur. Hele ilk üç ay çok zordur. Ama insan unutur. İkinci, üçüncü çocuğa biraz da bu yüreklendirir birçok insanı. Unutur dediğim elbette bir yandan da “nasıl unutulur”? Hele kadın için. En az 20 ay süren birçok acayip hal. İçinde bir canlı büyüyor. Yanında bir canlı ağlıyor. Ağlıyor uyuyor emiyor. Kaka yapıyor dert. Yapamıyor daha büyük dert. Feryat ediyor. Derdini anlatamıyor. Ateşleniyor, kulağı tıkanıyor, yediği dokunuyor.

İnsan unutabilir mi? Evet. İnsan birçok şeyini unutuyor. “Uykusuz geceler” hatırlıyor elbette. Ama güzel şeyleri detay detay hatırlıyor. Kötü şeyleri toplu olarak.

Benim lisemin Facebook sayfasına baktım. Benim yaşımda birileri öğretmenlere minnettar olduklarını yazan mesajlar bırakmışlar. Birkaçına yorumla sordum. “Yahu sabahtan akşama döver, küfür ederlerdi. Tam olarak neye minnet duydunuz?” Cevaplar abarttığım yolundaydı. Çocuklarını bütün gün dayak olan ve hakaret olan böyle bir okula gönderip göndermeyeceklerini sordum. Çocuk deyince tabii cevap vermek zorlaştı. İş nostaljiden “bugün ve burada” haline geldi. Birkaç kem küm eşliğinde ben ısrar edince belli ettiler ki asla böyle bir okula göndermeyeceklerdi. Eh. Tabii ki kim yavrusunu böyle bir hakaret ve işkence yuvasına gönderir. Ama kendisi minnetle hatırlar.

Artık daha az aşağılanıyor öğrenciler. Bugün ne çocuklar anne babalar böyle sistemli bir dayağa izin vermez. GSM ve YouTube’un ifşa olanakları bile okulları epey düzeltti.

Ama bugünkü düzelmenin apaçık olmasına rağmen o eski işkencehaneler, Pink Floyd’un deyişiyle “karanlık ince alay” yuvaları bir eğitim mucizesi olarak pazarlanıyor. Ah ne günlerdi diye güzelleniyor.

Ya o ‘70’lerden filan mini etekli kadın fotoğrafları kullanmalar. Ve “yarabbi ne modern yıllardı” diye göz nemlendirmeler. Yahu o yıllarda sokakta yürüyen kadın yoktu ne moderni? Aile içi şiddet, çocukken zorla evlendirmeler, başlık parası, berdel bugünkünün onlarca katı fazlaydı.

Türkiye’nin cımbızla bulunmuş bir minik köşesindeki mini eteğe bakarak bunu nasıl özleyebilir insan?

Domatesler daha lezzetliydi. Arsalarda oynardık. Ama biz üzerine karınca çıkmayan margarini kahvaltıda yiyen bir kuşaktık. Sokağımızda ayı oynatılırdı. Ve mahallemizin delisi Münire’ye mahallenin lümpenleri tecavüz ederdi.

Özal’dan Demirel’e o zamanki sağcılar eleştiriye ve tartışmaya çok daha açık insanlardı. Mahkemeler saçma kararlar verirken bir şeylere dayandırmak ihtiyacı duyarlardı. Ama o zamanlar da sosyal medya ifşaları yoktu. Hem devlet yine bildiğini yapardı.

Medya çok mu namusluydu o vakitler? Bugün bir kısmı görülmemiş bir leşlikte olduğu için öyle görünüyor olabilir. Ama mesela Hayata Dönüş Operasyonu’nu bir tek Açık Radyo vermişti. Ve hüngür hüngür ağlayarak dinlemiştim. Kim bilir kaç avuç kişi dinlemiştik onu. Allah Açık Radyo’yu başımızdan eksik etmesin ama çok şükür bugün bir tüvit tek başına Açık Radyo etkisinde olabiliyor.

Geçmişte her şey mi kötüydü? Eh. Uzun geçmişten ve bugünden ortalamalar alırsak büyük oranda öyle. Ama mesela şu sayfada göreceğiniz Newsweek kapağına bir bakın. 2005 sadece. Her köşesinden konser her köşesinden muhabbet fışkırırdı. İstiklal Caddesi 24 saat akan rengarenk bir nehir gibiydi. İstanbullu olmak bütün dünyada cool’du. Nasıl bir yükseliyordu şehir. Bütün memleket öyleydi. Ama İstanbul bambaşkaydı. Bunu özleyelim. Geri getirmek ve ileri götürmek için mücadele edelim. Ama Allah aşkına Demirel, Ecevit özlemeyelim. Hormonsuz domatesleri, kapıya gelen sütleri, dikenli salatalıkları, oyun oynadığımız arsaları elbette özleyelim. Ama sokaklarında kadın yürümeyen şehirleri abuk subuk gelenekleri özlemeyelim.

Kendi gençliğimizi matah bir şey sanıp da yanılgıya düşmeyelim. Yaşadığımız günün kıymetini bilelim. Onu düzeltmeye bakalım. İnsan geçmişten ders alabilir. Ona ütopya muamelesi yapamaz ama.

Geçmişten gelip kurtaracak birisi olmadığı gibi gelecekte gökten inecek birisi de yok. AB kriterleri, Biden yahut bilmemne madeni, fışkıracak petrol de yok. Kurtarıcı yok. Kurtarıcı biziz.

Tabii saçımızı başımızı yolmanın da bir manası yok. Enseyi karartmayalım. Umutlu olalım. Nefsimize hürmet edelim. Unutmayalım, sadece “Where have all the flowers gone” dememiş atalarımız. “The answer my friend is blowin’ in the wind” de demiş.