Gurur, üç işe yarayan bir kelime. İkisi iyi biri kötü. Kötü olanı çok seviliyor. Kibir olanı. Bu şekil gururlu insanlar genel olarak kendini beğenmiş oluyor ama bütün kendini beğenmişler gibi aslında kendinden memnun değil çünkü. Kendilerini sürekli kıyaslıyorlar çevreleriyle. Ve sonucu beğenmiyorlar. İnsan uzun yıllarını böyle geçirince ortada beğenilecek pek bir şey olmuyor tabii. Yoksa balon uçuran pilot kıytırık bir tartışmadan galip çıkacağım diye balonu düşürür müydü?
İstanbul’da Aziz Antuan kilisesinin kapısında birisi gelip 3 yaşındaki oğlumun şakır şukur fotoğraflarını çekmeye başlamıştı. Sanırsınız kendi oğlu. Çekmemesini rica ettim. Köpürdü. Ben ne hakla onun fotoğraf sanatına engel olabilirmişim, çocuğum mu eskirmiş… Üzerime yürüdü. Arkadaşları zor tuttu. O kadar komik görünüyordu ki ister istemez güldüm. Ben gülünce adam iyice delirdi. Arkadaşları daha da zor tuttu.
Bu bir erkeklik problemi mi? Evet. Ama erkeklerle limitli bir problem olmadığı kesin. Aynısının benzerinin kaç tanesini kadınlar yaptı. Misal her iki oğlumu elliyorlardı. Uyarınca öfkeleniyorlardı. “Canım çocuk işte”. Kaç tanesine “Hanımefendi ben sizin poponuzu elliyor muyum?” demek zorunda kaldım
…
Türkiye’nin bir gurur meselesi var. Külliyen işlevsiz bir gurur bu. Ergenliğe takılı kalmaktan alıyor olabilir kaynağını. Anlamsızlık üzerine kurulu. Patronu, mahalledeki büyükleri, babası, dedesi, belediye başkanı, cumhurbaşkanı, polis müdürü aşağılar. Gıkını çıkarmaz. Trafikte, sokakta, plajda, kırda, hastanede “tanımadığı insanlarla belirli bir hukuk dahilinde” geçinmesi gereken yerlerde o kolay çıkmaz görünen gık akar sel olur.
Toplum, kültür böyle zamanlarda devreye girer, girmesi beklenir. Bu davranışların kötü gözle görülmesi gerekir. Ancak o vakit insanlar beraber belli bir hukuk içerisinde yaşayabilir. Lakin işin tuhafı böyle zamanlarda azarlanması, dışlanması gereken insan da sık sık şaşar. “Hırsızın hiç mi suçu yok?” dedirtir insana.
Olayı hatırlarsınız. Bir adam bir metrobüs şoförüne kızmış, şemsiyeyle şoför kabininin demirine vurmuştu. Şoför kalkıp yolcuya girişmişti. Sonuç, metrobüs uçmuştu…
Derken, şemsiyeli linç edildi. Şemsiyeli hem içeri tıkılmış hem de zorla tuvalet temizletmişlerdi adama içeride. Adam da demişti ki “Şoför benden daha suçlu”… Şemsiyeli iyi niyetli davranıyor. Şoför külliyen suçlu çünkü. Olayın geldiği noktada yolcu konu dışı. Bir kere otobüsü uçuran şemsiyeli değil, şoför. Unutmamalı, yolcuların ahmak olma, saldırgan olma, tükürme, kusma, sarkıntılık etme ve bilumum saçmalıkları yapma (hakları yoktur ama) olasılıkları vardır. Şoför isimli insanın da en önemli işlerinden birisi buna karşı tedbirli olmaktır. Böyle bir durumda ne yapacağını bilmektir. İnsanların hayatını tehlikeye atmamaktır. Tedbirdir. Can güvenliğidir. Mal güvenliğidir. Yoksa frene basınca durmayı, direksiyonu sağa çevirerek sağa dönmeyi herkes yapabiliyor.
Bir keresinde de balon düşmüştü Kapadokya’da. Balon bu yahu. Hem uçak değil hem uçuyor. Düşürmesi kolay değil. Birisi var, o da uçuruyor. Yolculardan biri niye erken iniyoruz demiş. Pilot hava şartları demiş. Tartışmaya başlamışlar. Pilot tartışmaya biraz fazla kaptırmış, elektrik telini görmemiş. Sonuç, ölüm.
…
Gurur, üç işe yarayan bir kelime. İkisi iyi biri kötü. Kötü olanı çok seviliyor. Kibir olanı. Bu şekil gururlu insanlar genel olarak kendini beğenmiş oluyor ama bütün kendini beğenmişler gibi aslında kendinden memnun değil çünkü. Kendilerini sürekli kıyaslıyorlar çevreleriyle. Ve sonucu beğenmiyorlar. İnsan uzun yıllarını böyle geçirince ortada beğenilecek pek bir şey olmuyor tabii. Yoksa balon uçuran pilot kıytırık bir tartışmadan galip çıkacağım diye balonu düşürür müydü? İşinin ana amacı o balonu düşürmeden A noktasından B noktasına götürmek iken…
Kıyaslamak insanevladının bir kusuru. Biyolojik bir şey. Mutlu olurken de kıymet biçerken de kıyaslıyoruz. Sıcak, oda sıcaklığında ve soğuk üç kap su koyun önünüze. Sıcak ve soğuk kaplara daldırın iki elinizi, bekleyin. Sonra ikisini birden oda sıcaklığındaki suya daldırın. Aynı suyun içinde farklı hissedecektir iki eliniz de. Çünkü sıcaklığı algılarken bir önceki halleriyle kıyaslayacaktır elleriniz. Bunun gibi. Ortamda çekici bir kadın varken oraya gelen daha az çekici bir kadın olduğundan daha da az çekici görünürmüş. Çünkü ortamdakiler çekici olanla kıyaslarmış.
Emlakçılar bilerek kötü evler gösterdikten sonra asıl satmak istedikleri evi gösterirlermiş. O kötü evlerle kıyaslandığı için satılmak istenen ev parıl parıl parlarmış.
Pazarlamacılar bu yüzden sürekli kıyaslayacak şey verirler malzeme olarak. The Economist, abonelik satmış. İki paket var. Online paket, tutun ki 20 lira. 40 liraya da buna ek olarak fiziki dergi aboneliği. İnsanların çoğu online paketi almış. Düşünmüşler, gerekli olanda karar kılmışlar. Sonra The Economist, bu iki pakete bir paket daha eklemiş. Bu paket yine 40 liraymış. Ve öbür 40 liralık paketteki sadece fiziki dergi vaat ediyormuş. Yani online aboneliği kapsamıyormuş. Ne olmuş biliyor musunuz? Bu sefer bir önce az satan hem online hem dergi aboneliği bulunan paket çok satılmış. Çünkü insanlar kıyaslamışlar. Bir çöpü olasılık kılığında ekleyerek becermiş bunu The Economist.
Hepimiz az çok yapıyoruz bu kıyaslama işini. Ama bunu ilişkilere taşımak, hele suyunu çıkarmak memlekette epey yaygın bir durum. Kendini kıymetlendirirken, mutlu yahut öfkeli olurken başkasıyla kıyaslamak huzur getiremiyor. Tam tersine bu kıyas gurur getiriyor. Çünkü komşunun tavuğu komşuya kaz görünüyor. Zaten nezaketsiz, özür dilemekten, günaydın demekten, gülümseyerek yürümekten aciz bir toplumuz. Bir de gurur günlük hayatlarımızda bu kadar belirleyici bir unsur olunca ayıklayın pirincin taşını.
Ağız dalaşıyla yaşayanların, öfke nöbeti geçirenlerin sıradan insan ilişkileri kazanmak/kaybetmek üzerine kurulu oluyor. Böylece kıyaslamalardan galip çıkmış hissediyorlar kendilerini. İnsanın kendi kıymetini belirlemek için elindeki tek şeyin kıyaslamak olması hazin tabii.
…
Bir keresinde Boğaz Köprüsü’nde bir araba sıkıştırdı beni. Ne yaptığını sanıyorsun der gibi iki elimi iki kenara açınca küfür etti. Ben daha yaratıcı bir küfürle mukabele ettim. Sonra da bastım gittim. Arabamın arkasına takıldı, takibe koyuldu. Şerit değiştiriyorum, şerit değiştiriyor. Yavaşlıyorum, yavaşlıyor. Belli kendini güçlü hissederken cesur olan modelden bir lümpen. Yanımda da eşim var. Dedim biraz şov yapayım. Bak şimdi dedim eşime. Bir çabuk gaz fren direksiyon atraksiyonuyla herifi önüme düşürüverdim. Ve poposuna yapıştım. Daha sıkı takip ediyorum. Tipik lümpen tepkisi verdi. Kaçmaya başladı. Zincirlikuyu’dan ayrıldı. Biz de zaten oradan dönecektik, yapışık nizam devam ettim. O tabii üzerine alındı. Nasıl çaresizce kaçtığına inanamazsınız. (Burada hemen oluşacak merak üzerine de iki cümle kurayım. “Ya bir pompalı çıkarsaydı?” Yine güçlü hissedeceği için cesur olacaktı. Karşılığında benden de bir pompalı çıkması durumunda muhtemelen yine kaçacaktı. Ama benim bir hayatım var. Bir pompalım olsa da çıkarmaz, kaçar giderdim elbette.)
Zavallı herifin aslında tek istediği kahvede anlatacak bir hikayeydi. Gece uyumadan aklına gelecek ve lümpen çevresinde takdir görecek, kıyasta mevki kazandıracak bir hikaye. Hikayeyi anlatmak bana kısmetmiş. O lümpenin kendini yenilmiş hissettiğini de sanmıyorum. Alışmıştır artık bu şekil durumlara düşmeye. Kaç yaşında adam. Benden hemen sonra üç kişide daha denemiş bile olabilir. Kaldı ki hikayeyi tersine çevirerek anlatmış olması da kuvvetle muhtemel. Tek şaşırtıcı olan arabada yalnız olmasıydı. Bunu genellikle grup halindeyken yaparlar. Belki bir şey deniyordu karikatür kahramanım Fırat misali.
…
Gurur Arapça “aldatma, aldanma” sözcüğünden türemiş. İslam Ansiklopedisi “Kişinin, mânevî açıdan değersiz sayılan şeylere aldanıp onlarla avunması anlamında ahlâk terimi.” olarak çok güzel açıklıyor. Ansiklopedide ilişkin maddeyi yazan Mustafa Çağrıcı’ya göre Gazzâlî, eserinin kırk temel konusundan biri olarak incelediği gururu bir tür bilgisizlik saymış. Buna göre “bozuk ve yanlış bir görüşe dayanarak kendisinin iyi yolda olduğunu savunan kişi” gurura kapılırmış. Esasen insanlar farklı derecelerde yanlışlık yaptıkları halde kendilerini doğru yolda görürler, böylece gaflet içinde aldatıcı bir güven hissi duyarlarmış. Ne kadar doğru.
İşte bu aldatıcı güven hissi içerisinde boğazda kendi halinde bir arabayı takibe başlıyor. Baltayı duvara çarpınca da ellerini koyacak yer bulamıyor. Ama boğazda arabada değil de balondaysa balonu düşürüyor. Otobüsteyse duvara çarpıyor. Bazan da gözünün ortasına yumruğu yiyor.
Uzun vadede ne oluyor? Mutsuzluk hatlar halinde yüzüne çöküyor. Yıllar içinde öfke nöbetleri kesintisiz bir söylenme ve memnuniyetsizlik dolu bir erken ihtiyarlığa dönüşüyor. Ne kendine bir hayrı dokunuyor ne yaşadığı topluma.
Böyle insanları hayatımızdan uzak tutmak bence bir vatandaşlık görevidir.
…
Oysa gururun bir anlamı daha var. “Kendine güvenmekten gelen iftihar, övünç”. Mesela ben bu yazıyı içime sinerek bitirebildiğim için gurur duyuyorum. Daha da güzel bir anlamı şu: “Kişinin kendisi veya bağlı olduğu bir grubun mensuplarının varlığı veya başarıları ile övünmesi, bundan haz alması”. Epeydir açlık duyduğumuz bir his. Kadın voleybol milli takımının başarısı sayesinde ne biçim gururlandık.
Aslında biraz da “öbür” gururlular sayesinde oldu bu. Onlar içlerindeki haseti Ebrar’a, kızların şortuna filan püskürttükçe bizim gururumuz perçinlendi. Tepkilerin büyüme biçimi tahminimizden fazla alanda kazandığımızı gösterdi bize.
Gurur mekanizmasını doğru kullanan insanların da kazanmaya ihtiyacı var elbette. O kadının sevgilisi kim, bu kadının şortu kaç santim kafaya takmış birileri ile kendimizi kıyaslamak mı? İsimlerini aklımda tutmayı zulüm sayarım. Ağlayarak günlüklerine yazsınlar.