Siz bakmayın siyasetçilere, muktedirlere, iktidara. Memleket meyhaneler gibi rengarenk.
(Meyhane sahipleri) cihan halkının yerdiği bir alay mel’unlardır.
Evliya Çelebi
Meyhaneler amma değişti, nasıl güzel oldu farkında mısınız? Sazlı cazlısından bistro gibi yüksek masalı olanlarına, tek tekçisinden “sanırsınız Soho’dayız” modernliğinde olanına çeşit çeşit meyhane var. Çeşit çeşit müzikler çalınıyor artık meyhanelerde. Bazı meyhaneler bir saatten sonra masalarını kenara çekiyor ve dans başlıyor.
Pandemiden hemen önce meyhanelerin kalesi tarihi Çiçek Pasajı’nda art arda iki gece düzenlendi. Bir tanesi Murat Meriç’in Hayat Dudaklarda Mey kitabının tanıtım gecesiydi. Gaye Su Akyol, Can Bonomo, Ozbi gibi bir yığın ünlü müzisyen sahne aldı. Ertesi gün de Ceza konseri vardı.
Tarih o iki geceyi yazacak. Bence Türkiye kültür hayatı açısından bir dönüm noktasıydı o iki gece.
Her iki gecede de sadece rakı servis edildi. Tepsilerle minik mezeler dolandı. Dev bir meyhaneye dönüşmüş Çiçek Pasajı’nda daha önce biraya, votkaya ait sanılan bir alana girilmişti. İnsanlar ellerinde rakı ayakta konser seyrediyordu. Sahnede Muazzez Ersoy değil Ceza vardı. Hipsterler, rock’çılar, gençler, ağırlıkla gençler. Bildiğiniz kulüp ortamı. Kulüp ama meyhane. Yahut meyhane ama kulüp.
Peki, ner’de o eski meyhaneler? Boşversenize. Her neredelerse orada takılsınlar.
…
Meyhane kelimesi hep böyle değildi. Fuhuştan eli bıçaklı erkeklere, kavga gürültüye seksen türlü berbat çağrışımı vardı. Evliya Çelebi meyhane işletmecilerini hiç de Türk filmlerindeki sempatik şehla gözlü barba olarak tarif etmemiştir. Onlara yukarıda bir örneğini göreceğiniz gibi ‘kafir, mel’un, sapık” gibi kelimeleri yakıştırmıştır.
Elbette bir meyhane kültürü vardı. Ama meyhane muhafazakarlarca hep düşkünlerin takıldığı düşük yerler olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Bunun etkisiyle öyle pek kimse meyhanesinin tabelasına bugünkü gibi gururla meyhane yazmazdı. Hatta (daha yeni Erdir Zat’tan öğrendim ki) koskoca Cumhuriyet Meyhanesi bile kendisine meyhane demeye 1990’larda cesaret edebilmiş. O vakte kadar içkili lokanta demiş. Kısa bir ara birahane bile demiş.
…
Mesela “ah o eski meyhaneler”. Samimiydi, lezzetliydi ama içinde kadın yoktu. Nüfusun yarısı yani. Tıpkı “ah o eski Türkiye” gibi.
1980’de meyhaneler de darbe yedi.
1990’larda meyhaneler Türk popu gibi “açılın ben de varım” demeye başladı. Ama biraz çekingen. 2000’lerde orta sınıfın büyümeye başlamasıyla birlikte yükselmeye başladı.
Acaba iyi bir yer miydi kötü mü kararsız kalındı. Biraz tedirgin o aralarda yolunu bulmaya çalıştı.
…
Meyhane malumunuz mey (şarap) ve hane (ev) kelimelerinden birleşmişidir. Temel olarak şaraphane demektir. Ama buradaki mey bir süre sonra bütün içkileri anlatır olmuştur. Bu da zamanla rakının baskın olduğu mekanları anlatır hale gelmiştir.
Son on yılda Türkiye çok değişti. Meyhane de doğal olarak bu değişimden payını aldı. Artık bambaşka meyhaneler var.
10 yıl öncesine kadar meyhaneler bir iki çeşitti. Bir otel mekânı kılıklı yerler vardı. Beyaz masa örtülü balon bardakla su, dikdörtgen meze tabaklarıyla meze servis eden yelekli gömlekli garsonların çalıştığı mekanlardı bunlar. Bir de daha geleneksel daha sıcak meyhaneler vardı. Tavanda balık ağı, duvarda müdavim fotoğrafı, yaklaşık duvar başı bir Atatürk portresi, kısık sesli Zeki Müren, belki yerler talaş. Bazılarında dar bir repertuara sıkışmış bir fasıl.
Masalar bir örnek dikdörtgen ve bir örnek kare.
Kuşkusuz başka örnekler hiç yok değildi. Ama kahir ekseriyeti böyleydi.
Bu nostalji çukurunda olamayacak kadar yeni vakit meyhanelerinde hâlâ kadın yoktu. Vardı ama yoktu. “Kadınlı erkekli gidilebilen” meyhaneler vardı. İçerideki kadın sayısı pek üçü beşi geçmezdi. Elbette yine kadın kadına içenler de vardı. Epey azdı. Bir yandan da meyhaneler, rakı kadınlara ulaşmaya çalışıyordu. Ama nasıl ulaşacağını bilmiyordu. Kültür o kadar erkekti ki ulaşmaya çalışan da tabiatıyla erkek kafası oluyordu. Erkek kafası ne yapar? Kadına dönük minnoş rakılar yapıldı. Bazı mekanlar kadınlar gelsin diye daha titiz dekore edilmeye çalışıldı. Bol bol rakı içen kadın güzellemeleri başladı…
Hiçbiri olmadı.
Derken hayatın birçok alanında olduğu gibi meyhanelerde de kadınlar “açılın hele” dedi. Duruma el koydu. İlk iş “rakı içen kadın” güzellemelerini alay konusu yaptılar. Sonra mekanları doldurdular. İşletmeler yaratıcılığa o kadar uzak bir noktadaydı ki kültürüne kolayca el koydular.
Eskiden kadın işletmeciler yok muydu? Madam Despina’dan Suzan Kardeş’e efsane kadınlar vardı hem de. Ama bunlar büyük oranda erkeklere ait bir kültürün başarılı kadın işletmecileriydi. Şimdi öyle değil. Kadınlar meyhanelerde o kadar fazla söz sahibi oldular ki bir müddet sonra erkekler meyhanelerde azınlığa düşebilir.
…
Bugün meyhaneler (çok şükür) rengarenk. Masalar, duvarlar, yerler, mezeler, her şey çeşit çeşit rengarenk oldu.
Tıpkı memleket gibi. Siz bakmayın siyasetçilere, muktedirlere, iktidara. Memleket meyhaneler gibi rengarenk. Gezi’nin moda ettiği merdivenleri hatırlayın. Dünyanın en rengarenk en görkemli gay pride’larının İstanbul’da olduğunu hatırlayın. 8 Mart’larda kadınların gece yürüyüşlerini düşünün. Boğaziçi Üniversitesi’nin bahçesini düşünün. Bu ülkenin insanları hiç olmadığı kadar rengarenk. Polis gökkuşağı şemsiyeleri topladı yahu.
“Bi büyük” olmuş 175 lira böyle bir şey olabilir mi? Evet. İçki fiyatlarına rağmen Türkiye eğlence hayatının en havalı kelimelerinden birisi meyhane oldu.
Pandemi bu havayı uzun vadede ne kadar etkileyecek göreceğiz. Pandeminin meyhanelere, rakıya ettiğini edebileceğini haftaya yazacağım. Şu kadarını söylemem lazım ama. Bütün eğlence sektörü gibi meyhaneler ve elbette meyhane emekçileri de felaket derecesinde etkilendi. Kapalı değilken yarım yamalak açılabildi. Bir yandan da belli alışkanlıklar değişti. Öğle rakıları moda oldu. Bugün de meyhaneler saat 22.00’a kadar açık. Virüs sivrisinek gibi geceleri daha etkili sanki.
Not: Değerli çilingir arkadaşım Grand Korçi’ye hediye ediyorum bu yazımı. Bir de kitap önereceğim. Emine Gürsoy Naskali’nin derlediği nefis bir “Meyhane Kitabı” adında çok yazarlı bir kitap var. 2019, Kitabevi Yayınları. Girişteki Evliya Çelebi lafını da aynı kitaptaki Özgü Çilli Kutan’ın yazısından aldım