Kurtuluş İlkokulu 4. sınıftan itibaren Kurtuluş’ta oturduk. Şimdi cadde yapmışlar nedense, Ozanlar Sokak’ın tepesinde, Dede Efendi’nin köşede Kasım bakkal vardı. Onun hemen altında, Tan Apartmanı’nda. Yerinde yeller esiyor diyeceğim ama sadece çirkin bir başka apartman yapılmış. Bizim ev apartman girişinde olmadığı, zemin katta müştemilat gibi bir şey olduğu için ülkücülerin ricalı haraç toplamasından kapı başı tacizlerinden filan yırtardık. Ama mahalle sert bakmaya çalışan yay bıyıklı lümpen işgalindeydi tabii

İki oyun bölgemiz vardı. Biri Dede Efendi. Ercan, Haluk, Erkan filan çok sayıda çocuk orada takılırdık. Bisikletli, sert ve kavgacıydık. Arsalarda kukalı saklambaç. Sokakta futbol. Berbat futbol oynardım. İkinci oyun bölgem ise Ozanlar’ın yokuş başı. Bunda kızlar ve benden küçükler de vardı. Nuran’ı hatırlıyorum. Çok akıllı, sert bir kızdı. Çok iyi arkadaştık.

 

Evler neredeyse bütünüyle sobalıydı. Kışın soba küllerini herkes apartmanının önüne dökerdi. O şekilde yolda kaymadan yürünebilirdi. Annem ayakkabımın içine gazete koymak, dışına kaymayayım diye ince naylon çorap bağlamak filan gibi yaratıcılıklar da yapardı. Kar yağdı mı hayat bir yandan da bayram olurdu. Merdivenle toplu kayış, kızaklarla, kornişten yapma komik kayaklarla ve belki de en güzeli koşup koşup ayaklarla kayardık. Ozanlar Sokak, yokuşuyla biçilmiş kaftandı. Zaten Elmadağ kayak pisti de kaç metre ki? Küçükken kayak yaptım diyebilir miyim acaba?

Sadece kışın kaymazdık. Kar yokken de tornetle kayardık. Dikdörtgen bir inşaat tahtası. Önde büyük bir rulman ve arasından geçen sopayla ayaktan dümen. Arkasında da iki daha küçük rulman. Çok tornet yaptım. Bir de kasalı tornet vardı. O ayakta sürülürdü, dört tekerliydi. Bir eski ayakkabıya basarak fren yapılırdı. Pazarda yük taşımak için kullanılırdı genellikle. Hiç kasalı tornetim olmadı ama çok bindim.

Ve tabii bisiklet. Benimki Pinokyo idi. Ercan’da büyük bir Peugeot vardı. Erkan’da da sanırım Pinokyo. Erkan şimdi şanlı ve başarılı bir profesör. Diğerleri ne yapıyor tam bilmiyorum. Hepsi benden büyüktü çocukların.

Ama hepsi tırsardı bisikletle uzak yerlere gitmeye. Ben Kurtuluş Parkı senin, Kolej benim her yerde sürterdim. Bülbülderesi’ni kan ter içinde çıkar, orada oturan anneanneme uğrar, pazarda iki tur atar sonra yokuş aşağı bir salardım; çok zevkliydi. Aynı zamanda iş insanıydım. Kurtuluş Parkı’nda su satardım. Aslında başka şeyler de satmayı denedim. Ama simitleri yiyip sakızları çiğneyince zarar ediyordum. Çeşmeden dolma suyu içsem de zarar edemezdim zaten. Evet o zaman çeşme suyunu satabilirdiniz. Herkes de bir küçük çalkalamayla birbirinin bardağından su içerdi. Salgın hastalık filan olmazdı. “Buzdan iç” diye bağırırdım. Çok da soğuk olmazdı ama suyum. Çünkü buz zor işti.

Okuldan Hayrettin vardı, nohuttan kahve yapmayı öğretmişti. Kahve karaborsaydı. Kuruyemişçinin birisine birkaç kere nohuttan kahve satmıştım. Biliyordu gerçekten kahve olmadığını. Ama ne yapıyordu o saçma sapan kahveyi vallahi hatırlamıyorum. Fake kahve satmak kesinlikle hakiki su satmaktan daha karlıydı.

Bir başka ticaretim de Kasım bakkalın karşısındaki Tosyalı’ya (yine bakkal) gazeteden kesekağıdı satmaktı. Eski gazeteyi un-su karışımından yapılma yapıştırıcıyla kesekağıdı haline getiriyordum. Tosyalı da yok parasına alıyordu. Gazeteleri “sağlam olsun diye” ikişer üçer koyunca ağır çekiyordu. O kadar hile olurdu.

En çok parayı “kader kısmet”ten kazandım. Kaldırıma dizilmiş çeşit çeşit eşyalar. Çöpten yollardan sağdan soldan evden toplanmış çoğu saçma sapan şeyler. “Şans talih kader kısmet bir lira” diye bağırıyorsun. Bir lirayı uydurdum, az bir para alıyorsun. Bir kutudan numara çekiyorlar. Hediye çıkıyor. Boş yok. Milliyet’in bir Aktüalite eki vardı o zaman. Pazar günleri bedava verirdi. Habire o çıkardı maalesef.

Mahalle olarak tüccar ve kumarbazdık. Bi-bip sakızlarından çıkan arabaları (1’den 84’e kadar) biriktirir, ticaretini yapar, değişir, kumarını oynardık. Gazoz kapağına nedense lik, hatta ilik derdik. Vuruş karış, kukalı saklambaç, misket, çivi; her biri bir küçük kumar idi genellikle.

Hayatımın ilk çok solcu hissettiğim zamanları. Allah inancını henüz yitirmişim (O da ayrı bir süper konu; bir ara anlatırım). Kurtuluş İlkokulu’nun bahçesinde kale benim, oynarken kafamda henüz kelime anlamını bilmediğim materyalizmin inceliklerini tetkik ediyorum bir yandan.

Üstelik kendimi dünyada Allah’ın olmadığını keşfetmiş bir avuç kişiden birisi zannettiğim gibi Kurtuluş’taki üç beş solcudan da biri olarak çok büyük sorumluluk altında hissediyorum. Kurtuluş o zaman ülkücülerin kalesi. Niğde Yurdu diye bir kale içinde kaleleri vardı. Kredi Yurtlar’ın karşısı. Şimdi sanırım o bina yok. Orayı üs olarak kullanıyorlardı. Neyin üssü bilmem. Penceresinden tabancalarıyla ateş ediyorlardı (Sıkıyorlardı. Bu sıkma lafına da ayrıca gülüyorum. Bana silahtan çok portakal çağrıştırıyor çünkü). Arada bomba da atıyorlardı. Hansel miydi, Kıbrıs Caddesi’nde kendi halinde bir kitap-kırtasiye dükkanı vardı; sevimli bir amca işletirdi. Çıkarken Dede Efendi’ye varmadan sağdaydı. Orayı bombalamışlardı mesela.

Bir keresinde ben bizim apartman boşluğunda silah bulmuştum. Hemen anneme göstermiştim uslu bir çocuk olarak. Polis gelip almıştı. En yakın ilkokul arkadaşlarımdan İdris, silah bulmakla kalmamıştı, okula getirmişti. Bütün gün bir o bir ben silah belimizde dolanmıştık korka korka (O İdris de şimdi pek mühim bir büyük firmada Siyo). Sonra o Niğde Yurdu’na gitmişti, ağabeylerine teslim etmişti. Ben ona faşist köpek derdim. O bana komünist pezevenk; anlaşır giderdik. Ne olacaktı ya ilkokul bebesiyiz.

Çamlık vardı Akdere’ye doğru, Siyasal’ın tepesinde. Çamlık çok güzel ve çok karanlık bir yerdi. Barış Akpolat’ın kitabından anladığım, Ezhel’in çocukluğu oralarda geçmiş. Tabii Ezhel’in çocukluğuyla benim çocukluğum arasına başka epey çocukluk sığdığı için o daha güvenli zamanlarında yaşamıştır.

O Çamlık’ta da çok vakit geçirirdik. Orası solcu bölgeye giriyordu sanırım.

Bizim İlkokul hocası Cumhuriyet gazetesi okurdu. Bir de bizim apartmandaki Meliha teyze. Ben de Cumhuriyet okuyan herkesi iyi insan zannettiğim için o ikisini çok severdim. Meliha teyze harikulade bir kadındı. Tek kolluydu ve veterinerdi. Sokak hayvanlarına da bakardı. Kedilerle uzun uzun konuşan ilk tanıdığım oydu. Muhabbeti çok iyiydi. Bir su bardağı bira içince uyuyakalırdı. Çok severdim. Meliha teyze iyi biriydi. Adını hatırlamadığım ilkokul öğretmenim saçma sapan ve problemli bir bireydi. Önce beni çok severdi. Taşradan (Önce Keskin sonra Üreğil) gelmiş yetenekli ve çalışkan biri olarak çok beğenirdi de. Nitekim öyle bir kitap okuyordum ki o yaşta, o da kimse de inanamıyordu. Okul kütüphanesinde okumaya değer bulduğum bütün kitapları okumuştum. Ve bugünkü gibi tok gözlü olmadığım için kütüphanenin çoğunu okumaya değer bulduğumu hatırlıyorum.

İlkokul öğretmenim Cumhuriyet gazetesini kendi almaya cesaret edemezdi, ben alırdım ona. Aşkımız beşinci sınıfın ikinci yarısında örselendi. Ben çoktan taşralı parlak çocuktan haylaz ve örgütçü çocuğa geçmiştim. Öyle olunca okuyor olmamın filan da bir önemi kalmamıştı. Ben serserileştikçe o benden önce soğudu. Sonra açıkça nefret etmeye başladı. Beni aşağıladığını ve bunu alışkanlık yaptığını ve bir gün ona çok pis bağırdığımı hatırlıyorum. Şaftı kaymıştı. Salak, 9 yaşında bir çocukla başa çıkamıyor, başa çıkamadıkça onu ezmeye çalışıyordu. Yaş 9 yahu. Mobbing’in suyu çıktığında atılmakla ayrılmak arası bir şekilde oradan çıkıp son 1 ayı Akdere İlkokulu’nda bitirdim. Anneciğimin o ulaşımsız uzun yolda beni her gün okula götürmek için neler çektiğini bugün gibi hatırlar, utanırım.

O Akdere İlkokulu’nda da güzel vakit geçirdim. Nefis bir öğretmenim vardı. Ve annemi çağırıp “Değme yetişkinler, yazarlar, Metin gibi kompozisyon yazamaz, dikkat edin hocam,” demişti. Bir çeşit yazarlığımın lansmanı ilkokul 5’e tekabül eder diyebiliriz. Akdere İlkokulu, sağcı solcu ara bölgedeydi. Aksiyon doluydu. Camdan çatışma seyrederdik.

Orada serserileşecek kadar çevre yapamamış olmalıyım ki örgütçülüğümü Ormanları Koruma Derneği kurarak tatmin ettim. “Dalları toprağa saplanınca çıkar” denilen ağaçlardan dal koparıp sağa sola saplıyor sonra suluyorduk. Yönetim takdir ediyordu. Bizler kendimizi önemli hissediyorduk. Tek bir tane ağaç tuttuğunu sanmıyorum.

Zaten Kurtuluş’ta da buluşlar yapmak üzere (Gizli Yediler’den öykünme) “Gizli Laboratuvar” diye bir şey kurmuş, tek bir buluş yapamamıştık. Olsun. Uzun uzun denemiştik. Bir gün onu da anlatırım.

Diğer Cumhuriyet okuyan birey Meliha Teyze’nin de beni uzun yıllar sonra karşılaştığımızda tanıştırdığı insan pek çok bakımdan karanlık görünen Ergün Poyraz’dı. Neyse. Dağılmayayım. Meliha teyzeciğimin toprağı bol olsun.

Meliha teyzemin karşısında mühendis Ayşe abla kardeşi ev kadını Fatma abla ile beraber oturuyordu. Fatma abla çok komik ve çok tatlı bir kadındı. Ayşe abla da çok tatlıydı ama o daha ciddiydi. Ayşe abla ülkücüydü. Onu da çok severdim ben.

Bu mahallenin ülkücü genşleri bizim Ozanlar Sokak’ın başladığı yerde dikiliyorlar, bazan gizli gizli bira içiyorlar ve kimlik soruyorlardı. Hilal bıyıkları ve kötü bakışlarıyla önce çok ürkütücü geliyorlardı bana. Sonra tanıdıkça anladım ki hepsi çocuk gibiydi. İrrasyonel saplantılar edinmişler birbirlerinden. Sonra bu irrasyonelliği birbirlerine satıyorlar; sembollerle ve sloganlarla yaşıyorlardı.

Mesela bir gün birini dövüyordu öbür ikisi. O ikisini itip kakmaya başladı diğerleri, “delikanlı değilsiniz siz, ikiye bir olmaz” diye. Sonra dayak yiyen şımardı (Ankara’da dayak yiyenin yemeye doyamadığını burada anlatmıştım daha önce): “Allah’ınızı s**rim sizin…” Allah kelimesinin cümle içinde kullanılması hepsini öfkelendirmişti. Allah deme lan deyip hepsi dönüp güzelce dövdü bu sefer o tek kişilik delikanlı bireyi.

Ben de bu “abilerin” arasında okuldan çaldığım tebeşirle duvarlara gizli gizli tek yol devrim filan yazıyordum. Görünce o kadar sinirleniyorlardı ki şapkanız uçar. Hele annemin okulundan (Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi) dönüş yolunda Abdi İpekçi Parkı’nın oralarda kurulan bir pazar vardı. Devrimciler pullama filan yapardı. Oradan pullar afişler filan saklardım kazağımın içine, evde ütüler sonra gece çıkar selobantla mahalleye apartmanların camlarına filan yapıştırırdım. Çok kızarlardı çok.

Bir gün Birinci Dede Efendi’yi trafiğe kapattılar. Sonra yere yağlıboya ve çok güzel bir tipografiyle yazdılar: Vur kurdum vur tilkiye vur kurtulsun Türkiye. Böyle kafiyeli oyunlu lafları filan çok severlerdi. Yol, o boya iyice kuruyana kadar kapalı kalacaktı tabii. Fakat çok duramadılar yazının başında. Sıkıldılar. Yolu kapatıp Tosyalı’nın (bakkal) oraya doğru uzadılar. Ben de aceleyle bahçeden topladığım toprağı yola atıp ayaklarımla yazılarını okunmaz hale getirdim. O esnada yakalanmadım. Ama ayakkabı filan boya olunca biri fark etti. Kovaladılar. Mesela bundan dolayı başımın derde girmemesi çok enteresandır. “Mahallenin çocuğu” olma imtiyazım çok iyiydi. Seviyorlardı beni. Ve elbette yaptığım faaliyeti solculuktan çok yaramazlık olarak görüyorlardı. Oysa ben kendimi Che ile Çayan arasında bir Ç’ye konumluyordum.

Geçenlerde gittim yine Kurtuluş’a. Bütün sokakları cadde yapmışlar. Eski apartmanlar duruyordu. Hatta evlerin kömürlükleri bile duruyordu pek çoğunda. Yeni apartmanlar “bir Ankara kaderi” olarak aşırı çirkindi. Duvarlar (seçim öncesi) devrimci aday afişleriyle doluydu. Güldüm.

Hacettepe Kuruyemişçisi vardı İkinci Dede Efendi’de, hatırlayan var mı? Çekirdeği süperdi. Hep kuyruk olurdu. Ne zaman kapandı acaba… Kolej’in köşede Star, Kıbrıs Caddesi’nde Yavuz kahveleri vardı. Star’da langırt oynadık yıllarca. İdris ayısı mükemmel oynardı. Ortaokuldayken takılırdık. Bir kere Yavuz’u polis basıp götürmüştü hepimizi. İlk polis maceram böylece solculuktan değil kahveye küçük yaşta girmekten oluvermişti.

Kurtuluş Parkı hala mükemmel. Mahalle hayatı bâki. Lümpenlik eski düzeyinde değil gibi göründü gözüme. Takılacak mekan da var bir tane. Umut Şumnu beyefendinin tavsiyesiyle gittim ve aşık oldum. Sonra çok gittik. Uygur Lokantası Urumçi. Yemeklere ucuz denemez. Ama tabaklar maşallah aile boyu. Ve süper lezzetli. Bana göre fazla demlenmiş bir çay veriyorlar sürekli. Yemekten önce de sonra da sırasında da.

Orta sona kadar Kurtuluş’taydım. Ben Orta 2’deyken darbe oldu. İlk sabah çok süperdi. Bütün yollar boştu, top oynadık rahatça.

Kısa süre sonra anladım hanyayı konyayı.