Bu hafta son.

Zaten daha sündürsem dayak yerim muhtemelen. Çünkü Ankara’da bile değilim. Şu anda Karadeniz Ereğlisi dağlarında bir köşeden yazıyorum bu yazıyı. Atladık karavanımıza döküldük yollara.

Akçakoca’da üç nefis gün aralıklarla Ankara büyüklerinden Tanıl Bora ve yine Ankara büyüklerinden Aksu Bora ile beraberdik. Yanlarında bir de Işık Bora var. O biraz Fransa biraz Almanya büyüklerinden. Başka yerler de var; karışık onun işi.

Tanıl Bora malumunuz İstanbul’larda büyümüştür filan ama hem Ankaralıdır hem Ankaracıdır. Teftiş ettim, Akçakoca’da şahane hayatları var. Hem yeterince sosyalleşmişler. Hem de yeterince kenarda çalışıyorlar. Ancak bu kadar olur.

Bol bol Ankara dedikoduları yaptık iyi geldi tabiatıyla. Bize henüz yaptıkları kurabiyelerden ve henüz topladıkları fındıklardan ikram ettiler.

Bu arada Ankara tıp dünyasının pek doktorluk yapmayan doktorlarından Korhan An beyefendinin Begüm hanımefendiyle düğününü idrak ettik. Korhan genel olarak evlenmeyi çok seviyor. Henüz sadece ikinci kere evleniyor olması bunu değiştirmiyor elbette. Her ikisinin de mutlu olmalarını dilerim.

Düğünde de herkes çok eğlendi. Lakin ben ertesi gün gündüzleyin, Timur’un evinin önündeki eşsiz dere üstü bira partisi ve akşamında çayırdaki evinin öbür önündeki açık hava partisini beş Kaşıkçı düğününe tercih ederim.

Velhasıl etrafım o kadar yeşil ki Ankara ne renkti hatırlamakta zorlanıyorum. Bari şu son yazıyı taşınma, kımıldama üzerine ahkamlarımla nihayete erdireyim.

Şunu hemen söyleyeyim, taşınmak benim rutinim. Bu yazı için saymaya çalıştım; bu 23’ncü evim sanırım. Henüz sadece 53 yaşında olduğuma göre habire taşınmışım demektir.

Kımıldama konusunda elastikiyeti bu kadar yüksek birisi olarak ediyorum bu lafları. Ama yüksek kımıldama kabiliyeti olan birisi bunu gelişigüzel yapan birisi değildir. Yani ortalama bir taşınandan daha fazla düşünüyor olmam kuvvetle muhtemel taşınırken.

Anlatmaya çalışayım.

İnsan gezeceği şehri neye göre seçer belli. Osu güzel busu lezzetli filan falan. Ama yaşayacağı şehri neye göre seçer acaba?

Belki de hiç yok böyle bir şey. Biz bir şey seçmiyoruz yani. Şehirler kedi gibidir. İnsanlar onları seçtiğini sanır. Halbuki şehirler insanları seçer.

Bakın burası çokomelli 🙂 İnsan genellikle yaşayacağı şehri seçmez. Bu yüzden soru boşta kalır. Halbuki seçmesi gerekir. En azından biraz daha seçmesi gerekir.

Madem insan seçmez bu şehirlerde yaşamayı Tanrı mı seçer? Evet. Konjonktür, eğitim, aşk yahut iktisat tanrısı. Kader, kısmet seçer.

Yaşadığınız şehirde yaşamayı siz mi seçtiniz? Yoksa içine mi düştünüz? Yaptığım zerre kadar bilimsellik taşımayan araştırmalarıma göre ezici çoğunluk yaşadığı şehrin içine doğmuş yahut içine düşmüştür. İçine doğmak da bir çeşit içine düşmek olduğuna göre nerede yaşayacağımıza genellikle yerçekimi karar verir.

Zaten “coğrafya kaderdir” lafı da buradan çıkma değil mi? “Coğrafya kaderse, coğrafya değiştirmek kader tanzimidir. Kader tanzimi devrimci bir harekettir. Ömür uzatır,” demiştim vaktinde. İşin bu kısmıyla ilgiliyseniz o yazıya da bir göz atabilirsiniz.

Peki “tam bağımsız” olsak yaşadığımız şehri neye göre seçerdik?

Burada yine aynı hile devreye giriyor. Tam bağımsızlık kadar kulağa hoş gelen bir martaval yok sanırım hayatta. Şey gibi tıpkı: “Gerçekçi ol, imkansızı iste!”

İnsan, ülke, aile, okul yahut içinde akıl barındıran herhangi bir şey hiç tam bağımsız olabilir mi? Yaşasın makul bağımlılık. Makul, yani kölelik, istismar, mahkumiyet, taciz filan barındırmayan bağımlılık. Tam bağımsızlık; mutlak yalnızlık, çaresizlik ve meczupluk demek. Vaktinde Enver Hoca denemişti. Tam bağımsız olacağım diye nüfusun üç katını saklayacağı sığınaklar inşa etmişti. Öldü, kurtulamadı. Hala bütün Arnavutluk nefret ediyor kendisinden.

Yani bir şehre yerleşirken veya orayı terk ederken uzunca bir listeyi göz önüne almamız gerekiyor. Şu “en yaşanır şehirler listesi” filan var ya. Onlar hikaye.

Ben onlara göre yaşasam Muğla Menteşe (merkez), Antakya veya Sinop’a yerleşirdim. İlçe olarak Dalaman, Köyceğiz, Fındıklı, Hopa müthiş yerler.

Buralarda insanlar birbirlerine saygılı ve mutlu. Gelir dağılımı nispeten eşit, şehir örgütlenmeleri güzel, tarih ve kültür enfes. Fındıklı ve Hopa çarşılar biraz çirkin gerçi ama oraların da köyleri eşsiz.

Listeyi daha da acayipleştireyim, yurt dışında Zagreb, Varna, Londra, Thiruvananthapuram ve San Cristobal bence yaşamak için mükemmel yerler.

Ama işte öyle de olmuyor. “Konjonktür, eğitim, aşk yahut iktisat Tanrısı” boşa mesai yapmıyor. Şehir denilen şey bir denge meselesi. Yerleşilecek yerde hepsi denge içinde olmalı.

Üzerine bir de nefis bir muhabbet olmalı.

Bakın bu son cümle de çok önemli. İşin bu kısmı pek az önemseniyor nedense. Halbuki insan dediğin çilingir sofrası gibi bir şey. İktisadından midesine, müziğine her şeyden olmalı biraz. Ama rakı masasının içinden muhabbeti çıkarırsan mobilya kalır geriye. Dünyanın en güzel rakısı, mezesi, müziği olsa kaç yazar?

Bu yüzden taşınma en büyük travma sebeplerinden birisiymiş. Düşünsenize neredeyse en yakınınızı kaybetmek kadar etkili bir travmaya yol açabiliyormuş.

Çünkü insanlar işin muhabbet kısmına bakmıyorlar. Daha doğrusu bakıyorlar da uzaktan bakıyorlar. “Londra’ya yerleşelim. Baksana her köşesi muhabbet,” diyen çoktur muhtemelen.

Ama muhabbet öyle şehre gelen konser sayısıyla olmuyor. Orada ne kadar arkadaşın var? O arkadaşlarınla muhabbetin nasıl? Oradaki muhabbetin içine hangi köşesinden dahil olabileceksin? Şehir seni içine alacak mı?

İşte Ankara’nın taşı burada ayağınıza çarpıyor. Ankara’yı sevenin Ankara’da muhabbeti iyidir. Onun için sever Ankara’yı.

Ankara’yı sevmeyenin Ankara’da muhabbeti yoktur veya kötüdür. Onun için sevmez Ankara’yı.

Bu her yer için böyledir hiç kuşkusuz. Ama Ankara için biraz daha böyledir.

Çünkü Ankara serttir. Fazla dolaysızdır. Bir kısım Ankara sakinine katlanmak hakikaten zordur. Ankara çirkindir. AVM yuvasıdır.

O eski apartmanları, Alman mimarisi binaları filan işin tarihini bırakın bir kenara, binaların çoğu kahvede peçeteye çizilmiş projelere yapılmış gibi çirkindir.

Ankara maalesef içinden muhabbet çıkarıldığında süslenmiş alt-üst geçitleriyle, saçma sapan sembolüyle, dışı fayans kaplı apartmanları ve bol bol kullanılan o Melih Gökçek mavisinin en kötü tonuyla, yara bandıyla kapatılmış gömlek yakası gibi anlamsızdır.

Hala o sembol duruyor yahu. Hani Melih Gökçek demiş ki “ben bir iz bırakayım”. Önce şu Hitit Güneşi’ni atayım. Öyle bir sembol yapayım ki başka hiçbir şeye benzemesin. İçinde şu da olsun bu da olsun. Sanırsın güzel sanatlar lisesi birinci sınıftan terk yeğenine bunları çay içerken anlatmış. O da bu saçma sapan sembolü yapmış gibi.

Ankara’ya henüz adımınızı attınız, havalimanında ilk gördüğünüz o tuhaf mavi ‘şey’, düşünsenize. Sonra servise bindiniz ve saçmasapan kaplamalı apartmanların arasından şehre yaklaştınız. Şehre kitsch ve görkemli “kapılardan” giriş yaptınız.

Bu şekil gelen birisine Ankara’yı nasıl anlatabilirsiniz ki? Anlatamazsınız elbette. Şansı varsa muhabbetini bulur.

Ah Melih Gökçek ah. Bu Ankara anlamsızlığı içinde anlamlı ne varsa savaş açmıştı sanki. Gençlik Parkı’ndan kafanızı çevirip görmediniz mi o camiyi? Cami gibi, çirkinini yapması hakikaten çok zor bir şeyi nasıl da saçma sapan yerleştirmişler oraya. O cami görünsün diye Seyfi Arkan’a ait İller Bankası binası yıkıldı üstelik. O nefis binayı yıkıp o heyulayı koymak camiye de Ankara’ya da hakaret değil midir?

Bu yazı vesilesiyle içli bir iç mimar olan Engin Öncüoğlu beyefendiden uzun uzun dinledim hikayesini kim bilir kaçıncı kere. Siz de şu yazıyla idare edin şimdilik: Bu, Ankara’nın Maruz Kaldığı Cehaletin Portresidir.

Televizyonlarda “benim dinozorlarım şöyledir böyledir” diye anlatan bir insan yönetti Ankara’yı yahu. Neredeyse çeyrek yüzyıl. Dünyada eşi benzeri olmayan bir durum.

Bu bahtsızlık Ankara’nın laneti ve armağanıdır. Lanetidir. Çünkü muhabbetiniz yoksa şehir (tabii nereden baktığınıza bağlı olarak) gözünüze bir distopya olarak görünebilir.

Armağanıdır. Çünkü Ankara’da yaşayan insanlara bu bahtsızlık ve çirkinlik birbirine yapışma, geçişken minik topluluklar halinde yaşama şansı vermiştir. Benzemez sert unsurların arasında tuhaf bir rabıta oluşturmuştur. Daha önce de dediğim gibi, Ankara Melih Gökçek’in elinde onlarca yıl geçirmiş ve ayakta kalmış bir şehirdir. Dünyada kaç şehir vardır böyle bir sınavdan geçmiş?

Muhabbetiniz bol olsun. Başka yazılarda görüşmek üzere.

lavarla.com