Coğrafya kaderse kaderi hack etmenin en kral(içe) yolu taşınmaktır. Bu kadar basit.

Bu kadar basit değil elbette. Kafeste sıkış tepiş yaşayan, dışarı salındığında sevinç içinde taklalar atıp, uçtuktan sonra bir ıslıkla sıkış tepiş kafesine dönen güvercinler gibiyiz pek çok zaman.

Arada kaçan giden güvercinler var ya… Onların arasına karışmak lazım. Ama tabii bu da o kadar kolay değil. Kaçan güvercinlerin de hepsinin şahane hayatı olmuyor hiç kuşkusuz.

Bir yığın insan 50 km öteye gitse şahane bir hayata kavuşacak, görünüyor. Biliyorlar da bunu. Gidemiyorlar ama. Fiziksel ve psikolojik bariyerler var aşılması gereken. Tabii bir de iktisat meselesi.

Bu yüzden sahici işi olan insanları çok kıskanmışımdır. Sahici iş dediğim, gözünün önünde yapılan, bir başı olan ve her seferinde biten bir iş. Doktorluk, berberlik, kaportacılık gibi.

Bu hayatta üç tane kaportacıyla arkadaş oldum. Birisi Kıbrıs’taydı. “Doğrultmacı” derler orada. Benim külüstür Renault’ma bakıyordu. Araba külüstür olduğu için biraz çok baktı. Öylelikle arkadaş olduk. Çocukları kolejde okutuyordu, kaliteli viski içiyor ve caz dinliyordu. Canı istediği kadar çalışıyordu. Gayet “cool” da birisiydi. Böyle Amerikan filmlerinden çıkma gibiydi. Kaportacılığın Küçük Emrah filmlerindeki gibi olması gerekmediğine orada uyanmıştım. Sene 1999 idi.

Sonrasında bir başkasıyla Arnavutluk, Gjarokaster’de tanımıştım. Murat’tı galiba adı. Pılını pırtısını toplayıp nereden bulduysa Gjarokaster’i bulmuştu. Gjarokaster, deli Enver Hoca’nın da memleketi olan, bana biraz Mardin’i hatırlatan, denize uzak sayılmayan ama kıyısı da olmayan, iklimi güzel kendi güzel küçük bir kenttir. Arnavutluk’ta Enver zamanı toplam 500 araba varmış. Ondan tiksinen şoförü anlatmıştı bizzat. Dolayısıyla nüfus çok geç öğrenmiş araba kullanmayı. Yollar da küçüktü. Habire vuruyorlardı arabaları. Bizim Murat da iyi kaportacı. Köşeyi dönmekle meşguldü orada. O da çok tatlı birisiydi ama cool olmaya çok uzaktı. Tedirgindi. Yıllarca kalmış olmasına rağmen Arnavutça öğrenmemeyi ve insanların arasına karışmamayı başarmıştı. Yurt dışında yaşayan Türklerde sık görüldüğü gibi, (hakikaten çok tatlı insanlar olan) Gjarokasterlilerin “beş para etmez madrabaz tipler” olduğunu sanıyordu. Ve tabii para biriktiriyordu. Dönüp Türkiye’de bir apartman alacak, onun kirasıyla yaşayacaktı. Bütünüyle akıldışı bir plan. Herkes para kazanmayı, biriktirmeyi hesaplar. Kimse nasıl harcayacağını hesaplamaz. Zaten hayaller büyük evler, arabalar almak ve soğanın cücüğünü yemek düzeyindedir birçok yerde bu yüzden.

Gjarokaster’de gördüğümüz tek kötü insan ise Murat’ın arkadaşı olan ve bu yüzden maruz kaldığımız alkolik otel sahibimizdi.

Bir de bizim Sadık var. Üçüncü kaportacı arkadaşım. Bir başka külüstür Renault’ma bakardı. İstanbul, Hasanpaşa’da o da. Çok severim. Şahane insandır. Muhabbeti de iyidir. Hep düşünürdüm “Bu herif niye basıp gitmiyor. Ne kadar rahat bir hayatı olur güneyde filan,” diye. Arada söylerdim de. Benim lafımla değil tabii. Denk geldi bastı gitti. Şimdi Köyceğiz’de güzel bir hayat kurdu kendine. İşte bu!

Diyeceğim şu. Doğrultmacı gibi bir hayatın yoksa, Murat gibi devrimci kımıldamalar yapacaksın. Mükemmel bir şehir bulup iyi insanların arasında güzel bir hayat kuracaksın. Murat gibi ancak yarısını yapacaksan hiç yapmayıp Sadık gibi daha mütevazı bir plana sadık kalacaksın.

Bunların hepsi hesap kitap meselesi bence. Herkes beni gelişine yaşıyor sanır. Halbuki acayip analitik birisiyimdir. Gelişine yaşarken, gençken yaptığım, sonrası belirsiz uzun yolculuklarda bile mikro planlarla ilerlerdim.

Biz biraz Sadık gibi yapmaya çalışıyoruz. Temkinli. Hesaplı kitaplı. Dışarıdan hareketli görünüyor tabii. Ama biz ikinci çocuğu yaptığımızda bile cesaretimizden dolayı tebrik telefonları almıştık. İçinde yaşadığımız zorlu hayat sıradan hareketleri bile zorlaştırdığı için gayet sıradan şeyler yapıp acayip şeyler yapıyor gibi görünmek çok kolay.

Lafı uzattım. Haftaya son yazımı yazacağım. Onun için belki bağlayasım gelmiyor pek. Sevdim bu işi nitekim.

Ekmeleddin İhsanoğlu (evet öyle birisi vardı ve epey eş dost oy bile vermişti) MHP’ye katılırken kurt işareti yerine heavy metal işareti yapmıştı. Hem de kameraların önünde. İştahla. Çok eğlenmiştim. (Sonra CHP, cumhurbaşkanlığına yakıştırdığı bu isme meclis başkanlığında oy vermemişti ve hükümetin kurulamamasına yağ sürmüştü. Neyse dağılmayalım.)

Bir maNga konserine gittik. Çubuk 1 Rekreasyon Alanı’nda. Bize konsantre büyük şehir eğitimi oldu. Konser muhteşemdi. Ama girmesi çıkması azaptı. Hoş, sigara yoğunluğu (ve biraz da Kovid korkusu) tez vakitte bizi kenara itti. Ama sonuna kadar hopladık zıpladık bağırarak şarkılar söyledik çok eğlendik. Grubun nefis gitaristi Yağmur Sarıgül ile ahbaplığımız var. O sayede fiyakalı fotoğraflar da çektirdik.

Ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aksine konserdeki heavy metal işareti diye yapılan şeylerin çoğu bozkurt işaretiydi. Bununla da eğlendim. Bozkurt, esas itibarıyla Türk mitolojisinin sempatik bir neferidir. Belki bir zihniyeti temsil etmekten sıyrılır böyle ufak ufak. Nitekim maNga’nın ve yaptığı müziğin milliyetçilikle ilgisi olmadığını hepimiz biliyoruz.

Konser çıkışı arabayla kımıldayamayarak süründüğümüz iki saati Ankaralı kardeşlerimiz muhtelif oyun havalarıyla azap olmaktan çıkardılar neyse ki. Çubuk da süper bir piknik alanı olmuş. Yaşasın arazide huzur ve barış içinde iyi vakit geçiren insanlar.

Mister No kardeşliği İlyas ve ben. Harry Potter tişörtlü Dünya ve Harry Potter gözlüklü kuzenler Emre ve Defne

Ayrancı Antika Pazarı’na gittik bir de. Allahım ne cool satıcılar var orada. İki sohbet edince ekran görüntüsü olduğunu anlıyorsun ama. Sıcacıklar. Oğlanlar, kuzenler ve Gökçe ile kalabalık bir tur attık. Fakat ben alışveriş yapmayı beceremeyen birisi olarak yine çok şey beğendim, hiçbirini almadım. Orada oluşlarını beğendim nitekim. Fakat hakikaten istisnai bir yer Ayrancı pazarı. Böyle kazıkçı ve kibirli olmayan antikacılar silsilesi.

Bu kadar da değil. Kitapçı gezdim nihayet bir miktar. Tolga Arvas beyefendinin ve Ayça Örer hanımefendinin eşliğinde. Geçen yazıda Erhan vesilesiyle andığım Dost Kitabevi’nde, yeğen Serhat ile tanıştım. Eksiklerimizi tamamladık. Güzel tasnif edilmiş büyük kitabevi gezmek süper bir şey.

Sonra iki dönümlük Dost’tan, 30 metrekarelik sıcacık Nuhun Gemisi Kitabevi’ne gidip Emir ile uzun uzun oturduk. Alışverişimizi yaptık. Yaşasın Pharmakon Kitap (yayınları) dedik. Tolga’nın asker arkadaşı (patron) Erkan yoktu.

Bir kitsch nasıl daha kitsch yapılır örneklerini görebilirsiniz Ayrancı Antika Pazarı’nda.

Bütün bunlar olurken Gökçe ve çocuklar sinemaya gitmişti.

Ben bizimkileri azimle “Metropol Sineması duruyor yahu” diyerek yanıltınca onlar Büyülü Fener’i keşfedip benimle dalga geçtiler. Sonra zaten Kızılırmak Sineması’nda film seyrettiler.

Kızılırmak eskiden neydi, hatırlayan çıkacaktır. Hep eş dost çalışırdı. Gündüz 12 seansında alt kat izleyicilere açılmazdı. Ama arada bir bize açılırdı. Oh, sigaralar biralar yayılır seyrederdik. Gece sabaha kadar film gösterimleri olurdu. Uyur uyanır film seyrederdik. Mataradan konyak (pardon kanyak) içerdik. Şimdi böyle şeyler olmuyordur tabii.

Bir dönem de sinemanın çapraz karşısında Kaan Can Bircan beyefendiyle işgal ettiğimiz evimiz vardı. Kocatepe Camii otopark alanında bir dizi apartman kısmen boşaltılmıştı. Sonradan öğrendik ki başka işgal evleri de varmış o vakitler. Mesela biri Kaan Bahadır iştiraki. Bir başkası bizim ODTÜ’lü anarşist Necmi. Rahmetli Necmi. Canım benim. O zaman her ikisini de tanımıyordum.

Duvarlarına çaktığımız, doğrudan elektriğe bağlı rezistanslarla (sakın yapmayın çok tehlikeli) ısınırdı. Bir köşe stres köşesiydi. Keserle duvar yıkmak serbestti (Zaten yıkılacaktı, kızmayın hemen). Giren çıkan bol olurdu. Nasıl yapardık bilmiyorum, arada bir iğrenç muz likörü, süt karışımı filan içerdik. Çok eğlenirdik ama.

Olur da muhabbet eksiği olursa, balkondan Kızılırmak çıkışını keserdik. Çıkanlardan eş dostu ıslıkla yukarı çağırırdık.

Bana sorarsanız o civar hala çok güzel. Eski yerinde Dost’u, Engürü’yü, hatta Aspava kaavesini, İletişim Kitabevi’ni, Sahne’yi filan aradı gözlerim. Çevirip geçmişte donup kalmış Mülkiyeliler’e baktım ben de. Hoş, orada da Oktay abiyi aradı gözlerim. Oktay Etiman abimi. Neyse. Şimdi de bir yığın güzel dükkan var oralarda. Konur’da şemsiyeler biraz saçma olmuş. Ama olsun. Onlar da gölge yapıyorlar. Bir de bankta oturan heykel vardı Yüksel’de. Oyun olsun diye bizim oğlanlara bulun dedim. Bulamadılar. Ben de bulamadım tabii. Nitekim kaldırmışlar. Ben de İnsan Hakları Anıtı‘nı gösterdim. Dedim aylarca polis bizzat başında bekleyerek korudu bu heykeli. O kadar önemlidir kendisi.

Anlayacağınız Ankara’ya artık alışmaya başladık. Ankara zaten bizi yadırgamadı pek. Hoş, Ankara kimseyi yadırgamaz. Çünkü umursamaz. Niye umursasın ki? İstanbul mu bu kendini beğendirmek için seksen türlü zibidilik yapsın, her köşesinden “Ben Ankara’yım ona göre” diye bağırsın. Ankara’da beş kişi aynı mahallede, beş ayrı ülkede yaşıyor gibi hayatlar kurmanız mümkündür. İstanbul gibi dikte etmez. Biz şimdilik San Cristobal’de yaşıyor gibi yapıyoruz.

Bu arada Ayrancı milliyetçisi Fidaner Alper’in hala sağda solda yeni bir cümle bulmuş gibi “Metin Ankara’ya taşındım diye hava atıyor ama Çayyolu’na kadar gelebilmiş,” dediğini duyuyorum. Aşağı Yukarı Ayrancı muhtar adayımız Barış Karacasu bile gitmiş Londra’da yaşıyor. O önce Ayrancı eşrafını geri toplasın. Sonra benim gibi Esat bebelerine bulaşsın diyor ve susuyorum.

lavarla.com