1996 senesinde taşındığım İstanbul’a öncesinde yıllardır gelip gidiyordum. İşler yapmış, içkiler içmiştim. Epey bir çevrem vardı.

Fakat taşınınca bazı şeylere yine de şaşırdım.

Mesela Beylerbeyi’nde oturuyordum o vakit. Bir sabah işe gideceğim. Sisten vapur motor çalışmıyor. Üsküdar’a kadar gittim, tık yok. Sonra baktım Beşiktaş motor iskelesine, bir upuzun kuyruk. Dedim, ne bekliyorsunuz? Dediler, motor. Dedim, motor çalışmıyor. Dediler, biliyoruz. Dedim, ne bekliyorsunuz? Dediler, motor.

Baktım başa çıkamayacağım, gidip Üsküdar’ın tadını çıkarmıştım. Üsküdar’ın tadını çıkarırken ilk kez fark etmiştim. İstanbul’da şehirde pek kimse pek bir şeyin tadını çıkaramıyor. En azından benim gibi çıkaramıyor. Michelin bebeğiyle şişmiş lokantalara da gitseler çıkaramıyorlar. Çünkü a) Gezmiyorlar. Kendi şehirlerinde gezmiyorlar. b) Muhabbetleri zayıf. Her işi sözleşerek yapıyorlar.

Ben yerleşeli daha bir ay olmamış, Üsküdar’da Salacak sahile oturmuş Mister No okuyorum, çay içiyorum. Sis perdesi çökmüş. Her yer film seti gibi. Muhteşem bir manzara. Serotonin fışkırtıyorum. Ama bunu bir ben yapıyorum. Bir tek benim naçiz vücudum kendini bütünüyle yerçekimine teslim etmiş, yayılmış, gevşemiş. Geri kalanda hep bir gerginlik veya bomboşluk. Öyle bakıyor. Belirsiz bir sürenin geçmesini bekliyor.

Hemen hayat gailesi filan demeyin. Hayatın sızdırdığı bütün gaileye rağmen tadını çıkarmak gerekmiyor mu? O kadar milyon sperm içinden seçilmiş olmanın yumurtalı gururunu azıcık yaşamayalım mı? Nefsimize hürmet etmeyelim mi?

Sonra şunu gördüm: Yeni tanıştığım insanların hepsinde bir acayiplik vardı. Selam vermeye eve gelen iki gün kalıyordu. Sürekli bir “dışarı çıkalım”, sürekli bir “sana gelelim”, “bana gel”. Ne bu teveccüh?

Çabucak fark ettim ki arkadaşların canı sıkılıyor. Ankaralı bulmuşlar tabii muhabbetçi. Teveccüh ondan. Ankara’da sıradan birisiyken İstanbul’da mikro celebrity oldum, iyi mi?

Ama ben tabii akıllı birisi olarak yıllarca eğlenmeye Ankara’ya gittim. Ankara’da eğlence hayatı hep eşsiz olmuştur çünkü.

1980’lerde pek bar yoktu. Vardı da onlar kendini bar sanan birahanelerdi. Birahanelere üç beş kadın giriyorsa hemen şarap şişelerinde mum eritilirdi. O mum şiş Allah şişerdi.

Keza entel kafelerde de mum eritilirdi. Oralarda ek olarak bir de masa üstü avizelerine tülbent takılırdı. Allahım kitsch abidesiydi o entel kafeler/kaaveler. Girgin vardı, biz düz kahveye takılırdık. İzmir Caddesi civarında bir yerdeydi. Küllük filan çok yer vardı, hatırlamıyorum şimdi adlarını.

Ama tabii bizim asıl kahvemiz Aspava idi. Sonra da Engürü. Zafer Çarşısı’nda Doğu vardı bir de. Neden çünkü? Solcuyuz nitekim. Neyse, içkisiz yerleri bırakalım. İçkili yerler çokluk sırasına göre birahaneler, pavyonlar, meyhaneler ve diskolardı.

***

Bu akşam Dr. Skull’ın tribute albümünün gecesine gideceğim. Çok heyecanlıyım. Onun için bu hafta biraz rock hayatından bahsedelim.

Ankara’da eşsiz bir rock hayatı vardır. Ankara yapısal olarak punk-fantezi müzik füzyonu bir hayat yaşar zaten. Seattle sound’a karşı Sincan sound.

Rock müzik en az Ankara kadar problemli ve iyi bir müziktir. Hem baş kaldırır hem halis muhlis düzeni temsil eder. Gurur kaynağımızdır. Bazen öyle şeyler yapar ki ağzını burnunu kırmak istersiniz. Bazen pamuklara sararsınız bir şey olmasın diye.

Ankara iyi gitarcı yapar. Süleyman Bağcıoğlu var bir kere. Bu kadar yıl duruşunu, çalışını ellemeden ileri seyreden bir şahıs Süleyman. Bakınız şuraya yazıyorum: Bir gün Süleyman Bağcıoğlu’nun heykeli dikilecek bu şehre. Kimse beceremezse üç beş kişi bir araya gelip dikeriz, n’olacak. Öbür Süleyman’ı da (Shades) Bağcıoğlu’ya plak satarken yaparız hatta iktisatlı olur. Süleymaniye heykel alanı. (Bir rock-park inşa etmek lazım önce. Led Zeppelin-Deep Purple kavgaları yapan ihtiyarların müdavimi olduğu.)

Ankara mekanlarının (çok şükür gördüğüm kadarıyla bugün de süren) ortak özelliği nerede kimi bulacağınızın belli olmasıdır. Hangi türden arkadaşlarınla takılmak istiyorsan basitçe onların takıldığı yere giderdin. İş biterdi.

İlk rock bar sanırım El Toro’ydu. Esat Dörtyol’da. Kim işletirdi bilmem. Duyardık varlığını. Ben çocuktum El Toro zamanı. Biliyorsanız kimin işlettiğini yazın, ben de öğreneyim.

Ferişira vardı sonra. Efsane Ferişira. Sevgili arkadaşlarım, şahane insanlar Cüneyt ve Servet, basın yayın öğrencileri işletirdi. Trio’nun karşısı. 1983. Bir sene açık kaldı ama efsane oldu. Pek çok açıdan ilkti. Servet’e Ferişira nasıl yazılırdı diye sordum. “Ne bileyim Latinceydi” diye cevap verdi. O yüzden ben kafama göre yazdım.

Ben Ferişira zamanı da çocuktum. Servet ve Cüneyt’i Pizza Tek’ten tanıyorum.

En güzeli Pizza Tek’ti. 1980’de hakikaten pizzacıymış. Ben ilk 1985’te gittim ve işe girdim. Tipik “Telli Telli” mekanıydı. Hep bir ağızdan “sakın çıkma patika yollaraaa…” Sedat-Suat Kozoğlu kardeşler işletirdi. Girdiğimde 16 yaşındaydım. Büyük sanılırdım ama. 18’den küçükleri atardım nitekim dışarı.

Ben tabii ince ince fitne fesat sokmuştum. Derin katkılarımla 1986 gibi rock-bar olmuştu mekan. Vedat Sakman’dan Erkin Koray’a kimler çalmadı ki? Yumuşak geçişten sonra hepten rock bar oldu. Plaktan yapardık cansız müziği de. “Physical” idi galiba grubunun adı Barlas’ın (Erinç). Kardeşi, “Pigme Alper” derdik kızmaz umarım, tatlı herifti, iyi gitaristti. Barlas içer içer sahneden devrilirdi sütun gibi. “Şimdi üstüme başıma devrilecek” tedirginliğiyle seyrederdiniz. Barlas sonradan popçu oldu, besteci oldu. Aşk Her Şeyi Affeder mi?’yi filan besteledi.

Meteciğim vardı, canım ciğerim Mete Ege ve grubu Felix. Tumba’da Yalçın, tumba yoksa davulda Çavuş (Uğur Tural) basta Fatih (Veli Ölmez), saksafonda Ertuğrul (Çoruk).

Ankara rock’çılarından Metin Solmaz
13 ya da 14 yaşında Erzurum Otel Toprak önünde

Bizim eski Esat pazarının oradaki evde de çok takılırdık. Zavallı anneciğimin sabrına inanamıyorum o kadar it kopuğuz gece boyu evde. Güya sessiz olurduk ama ne kadar olabilirdik ki acaba? Gündüz faslı için de mahallenin sabrına inanamıyorum. Evdeki müziği bakkala ekmek almaya gidince duyardım. Bakkal şarkı isterdi “şu geçen çalıyordu ya başı bilmemne olan” şeklinde, öyleydi durum.

Ertuğrul astsubaydı. Hafta sonu eğlence yüklenir, pazar akşamı hüzün dolu gider, salıya kalmaz kaçar gelirdi yine. Sonra hapis. O kadar çok hapis yattı ki kaçıp Pizza Tek’e gelmekten, inanamazsınız. Ertuğrul şimdi Barcelona’da mukim caz saksafoncusu.

Büyük Ankara basçısı (şimdi bas çalmıyor, ”piyasaya takılıyor”)
Fatih Veli Ölmez ve büyük Ankara saksofoncusu Ertuğrul Çoruk
Pizza Tek’te Mete Ege’ye çalıyor.

Mete büyücü gibi bir gitaristti. Hala öyle. Londra’da şahane işler yapıyor 25 yıldır. İnanmıyorsanız bakın Spotify’a, YouTube’a; Mete Ege.

Özalp olsun, Ünal olsun Levent’gillerin grupları çalardı, hatırlamıyorum tam isimlerini. Bit kadar mekanda heavy metal çaldığı olurdu, o kadar yani…

Düşünün daha A Bar yok. A, 1988’de kuruldu.Ve hakikaten kulüp formatında ilk rock bar o olabilir. Bir kere geç açılırdı. Bira pahalıydı. Pizza Tek’te yükünü alan A’ya gider bira süründürürdü. A için “F34’ün personel giyinme yeri” derlerdi ama galiba mutfağıydı, belki de müştemilatıydı, şimdi bilemeyeceğim. Cemal Abi açtı orayı. Kel Cemal. The Gang ilk çalan grup. davulda Cemal Abi tabii. Yine Gürbüz Abi, efsane Gürbüz Barlas çalardı. Süleyman Bağcıoğlu elbette. Bizim Uğur Karaman’ların grubu vardı çok komik, Stayfree. Davulda Çavuş yine. Tam “Can’t touch this” derken müziği durdurup pipilerini tutarlardı. Demek ki sene 1990 olmuş idi onlar çalarken. Çünkü şarkı yeni patlamıştı. Ayrıca Anonim, Dr. Skull, Absent Without Leave, Asena, Ete Kurttekin filan ortamın meşhurlarıydı.

Cemal Abi tabii aynı zamanda “Mustafa Hadi Dedi” ile tanındı.

1990’lar her şey gibi rock müziğin de patladığı yıllardı. Sakarya’da Aydın “Ezgi cafe-bar” diye bir yer açmış, batmak üzereyken garsonu buna demiş ki “Abi dükkanın adına blues koyalım müziğini de rock yapalım. Bağırtalım. Paranın dibine vurursun bak.”

Bir günde Ankara’nın en çok gidilen mekanlarından birisi olmuştu Blues Bar. Şahane arkadaşım Aydın şimdilerde dağcı ve yazar. Dünyanın acayip köşelerinde o dağ senin bu dağ benim tırmanıp duruyor. Öyle şerpaya taşıtıp turistik fotoğraflar dağcısı değil. Hakikaten dağcı.

Bir de adam “mekan ailesi” oluşturdu resmen. Kardeşi Aytekin sonradan Roadhouse’u açtı ve bina efsanesini başlattı. O zamanlar çocuk olan Özer de büyür büyümez başarılı mekanlar yaptı.

Bu haftalık bu kadar. Siyah Beyaz’dan bile bahsetmedim. Graffiti, Saklıkent, sonradan Manhattan olan Graveyard/Dorian Gray filan… Çubuk Şarabı Sevenler Derneği var. Bir yığın rock grubu. Çok eksiği oldu yazının tabii. Zamanla inşallah. 1990’ları da toparlarım belki bir gün.

lavarla.com