Ankaralı insan bekletmez. Becerebildiği bütün işleri vaktinde yapar. Hatta bazı işleri vaktinden önce yapar. Buluşma yerine erken gider mesela. Bazı şeyleri de aşırı erken yapabilir. Bir kitap biliyorum mesela 5 yıl önce bitirilmiş. Devasa kitap. Nasıl da güzel, şapkanız uçar. Çok yazarlı. Harcanan kalorilerle santral yapılır. Ama yayıncı bulmadan yapmışlar. Düşünebiliyor musunuz tez canlılığın, erkenciliğin, çalışkanlığın boyutlarını?

Ama o iş hep öyle değil. Ankaralı canının çektiği ama bir şekilde olmayacağını bildiği şeyleri geciktirir. Mesela (bütünüyle uyduruyorum) bir Epsilon projesi düşünün. En ince ayrıtılarına kadar planlanabilir. Günlerce, aylarca bu konuşulabilir. Konuşanlar kalbinin derinliklerinde o projenin asla olmayacağını bilir. Ama bunu ne kendine ne de bir başkasına söylemez. Yüksek sesle söylemez. Sonra Epsilon bir efsane haline gelir. Kulaktan kulağa yayılır. Hatta bir süre sonra aslında yapılmış gibi anlatılmaya da başlanabilir.

Ben bu yüzden, 1990’da gitmeye karar verdiğim Hindistan’a 1992’de gidebildim. Çünkü yalnız gitmek istemedim. Siz hatırlamazsınız o vakitler cep telefonu yok. Cepte para zaten yok. İran, Pakistan derken günlerce yollar, çöller geçilecek. Çok da yalnız olunacak bir yol değil.

İki tane hala çok sevdiğim, maalesef birini yitirdiğim arkadaşımı 2 sene bekledim. Birinden biri gelir belki diye. Biri, canım ciğerim büyük müzik insanı toprağı bol olsun Ömer İpek; öbürü de geçenlerde bahsettiğim, yine canım ciğerim heykelci ve şarap erbabı Kaan Can Bircan.

Bunların ikisi de asla gelmeyeceklerini bilmelerine rağmen o kadar istediler ki, gelecek gibi yaptılar. Muhtemelen ben de aslında gelmeyeceklerini tahmin ediyordum. Belli ki ben de gelmeleri olasılığını çok sevimiştim.

Velhasıl 1992’de tek başıma gittim. Herkes çok şaşırdı: “Hindistan mı? Niye Hindistan?”

Bu soruyu o kadar çok sordular ki bir küçük kağıda cevabını yazmıştım, fotokopiyle çoğaltmıştım. Soranın eline tutuşturuyordum. Özellikle karadan gitmeme o kadar şaşırdılar ki konu “Otostopla Hindistan’a gitti bu” haline geldi. Kimselere anlatamadım yolun çok ucuz olduğunu, otostop filan yapmadığımı.

***

İşte yıllar geçti, şimdi Yozgat’tayım. Bir de Yozgat’a gelmeme bu kadar şaşırdılar. Hadi Hindistan’a şaşır, uzak mesafe, yabancı kültür filan. Yozgat, Ankara’ya 2,5 saat hepi topu. En azından daha az şaşır, değil mi?

Çünkü sık sık söylediğim gibi Ankaralı milleti çalışkandır. Ankaralı milleti zekidir. Ama Ankaralı milletinin kahir ekseriyeti A noktasından B noktasına gitmek konusunda pek mahir değildir. Bakın yerleşme demiyorum. “Gezmek maksatlı kımıldama” diyelim. Yoksa Ankaralı milleti her yere yerleşir. Dünyanın her köşesinde bir Ankara diasporası vardır.

Ortalama bir Ankaralı “Açacaksın şöyle Tiran kırsalına bir karavan kampı” diye bir muhabbet yapabilir. Ama aynı Ankaralı burnunun dibini bilmeden yaşayıp gider. Kuzeyde biraz Akçakoca biraz Amasra, Çakraz; Güney’de illa Kaş ve bilindik turistik yerler.

Dibindeki Çankırı, Çorum, Kırıkkale, Yozgat, Kırşehir filan? Asla. Onlar ancak lisede coğrafya dersinin konusu olabilir. Gezmek için Şarm el-Şeyh’e gitmiş Ankaralı sayısı Çankırı’ya gitmiş Ankaralı sayısından açık ara fazla değilse dişimi kırarım. Gerçi boşverin Çankırı’yı, tebessüm şehri Pursaklar’a gezmek için gitmiş Çankayalı sayısı da kaçtır, Tanrı bilir.

(Merak etmeyin biliyorum. Bu bütün memleket için doğru. Yatağan’a gezmek için giden Bodrumlu sayısı da Kırklareli’ye gezmek için giden İstanbullu sayısı da azdır. Bu böyle gider.)

Bunun birden fazla sebebi var. En başta “başka dünyaların insanı olmak” geliyor. Çankırı, Çorum tutucudur. Otellerde “evlilik cüzdanı” sorulması riski vardır. Düşünsenize ne kadar aşağılayıcı bir durum. E-posta atılan bir dünyada işi sana yatak kiralamak olan bir adam yanındaki karşı cinsle evli olup olmadığını merak ediyor. Sanırsın LGBTİ dostu.

Halbuki Kaş’ın yerlisi çok yüksek olasılıkla Yozgat’ın yerlisinden daha tutucudur. Ama Kaş, edinilmeye, zorlanmaya, ilhaka değer bulunmuş bir bölge. Sistemin “Gezmek için uygun bölgeler” normlarına uygun. Ya Yozgat?

Bu yüzden bazı yerlerin gezmek için yaratılmadığı düşünülür. Senarist kardeşimiz Fikret Bekler vardır, her fırsatta “Her filmin izlemeye değer birkaç sahnesi vardır” gibi (bütünüyle yalan) bir lafı tekrarlar durur. Buradan Fikret’e de diyeyim, o lafın doğrusu şöyle olmalıdır: “İnsanın yaşadığı her yerin görülmeye değer birkaç köşesi vardır.”

İki gündür Kırşehir’deydik, ona da şaşırdılar. Hadi Ankaralı “artiz” arkadaşlarım yapıyor bunu. Kırşehirliler de, hem de kendi yaşadıkları yer için yapıyor. Otel sahibimiz biz çıkarken sordu:

“Buraya ne maksatla geldiniz?”
“Gezmek için.”
“Hayır, onu anladım da ne maksatla yani?”
“E gezmek için.”
“Yok yok, yani iş için mi, akraba ziyareti mi, şifalı su için mi, bir şey mi oldu?”
“E gezmek için dedim ya!”

Sonra nihayet “turistik maksatlı” diyebildi. Ve gözleri dalmış bir şekilde (belli ki) kendi kendini bunun pekala olabileceğine ikna etmeye çalıştı.

Zaten hemen önce, kahvaltıda mükemmel yumurtaları yapan genç kızımız benzer bir konuşmadan sonra “Buraya neden geldiniz ki gezmeye?” diye sormuştu.

Ne fena değil mi? Fıstık gibi yer halbuki Kırşehir. Mimarisi güzel, gelenekleri güzel, mutfağı güzel bir yer. Tarihi mükemmel. İstanbul’da bir şey yokken burada varmış. Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş, Erol Çöke, Hacı Taşan buralı yahu. Su mu lazım illa? Termal, her köşesinden sıcak su fışkırıyor bir de. Ankara’nın da dibinde. Bu koşullar altında Kırşehir’e gelmek değil gelmemiş olmak şaşırtıcı halbuki.

Olur da gelmeye niyetlenirseniz hemen söyleyeyim, otelimiz nefisti. Günday Otel. Hem ucuz hem konforlu hem de nefis kahvaltısı var. Bir de Mevlana Pide var, onu da anmadan geçemeyeceğim; mucize gibiydi. Çıtır çıtır çok güzel iki pide, bir ayran, izzeti ikram mezeler hepsi 105 TL. Şaka mı bu?

Cacabey Medresesi ve meydanı, çarşı, bilumum camiler mükemmeldi. Neşet Ertaş Kültür Merkezi’nde pek bir şey yok. Ama şaşırtıcı bir şekilde başarılı bir Neşet Ertaş heykeli var, kımıldayarak şarkı söylüyor. Ah be Neşet Baba, yaşarken senin sağlığınla, geçiminle bile ilgilenemedi ve kaçırdı seni bu ülke senin en üretken zamanında. Neyse ki son on yılında bir teveccüh gördün de memlekete küs göçüp gitmedin.

Nitekim buradaki Neşet Ertaş mezarı da mükemmel. Hemen arkasında babası Muharrem Ertaş, yanında annesi kardeşi. Mütevazı bir anıt mezar. Neşet Baba’ya yakışır şekilde.

Ve ne biliyor musunuz? Bir tek Neşet Ertaş’ın mezarında “Ruhuna Fatiha” yazmıyordu. Ve biz oradayken bomboş mezarlıkta bir tek Neşet Ertaş mezarında Fatiha okundu. Üç delikanlı geldiler, kalpten saygılarını sunup dualarını okuyup gittiler.

Kırşehir’de çok iyi vakit geçirdik. Rehberimiz Ali Koç ve bizim Osman Çağrı Şahin’in babası Tahsin abimizdi. Tahsin abi burada 40 yıldır Küfe Meyhane’yi işletiyor. Nasıl lezzetli mezeler. Eşiyle beraber yapıyorlarmış. Hatta eşi, komşular filan imece. Mükemmel hepsi. Mekan da nefis. Personel de. Kırşehir’e gelip de Küfe’ye uğramazsanız ayıp olur. Tahsin abinin muhabbeti de güzel tabii. Ali’ye minnettarız bizi Tahsin abimizle tanıştırdığı için.

Son olarak şunu söylemeliyim. Kırşehir’de herkes sigara içiyor. Her köşe başında bir tütüncü. Bütün Kırşehir tütüyor. Atina’yı çok tüter bilirdim o bile Kırşehir’in yanında Fahrettin Kerim kalır.

***

Şu anda Yozgat’tan yazıyorum bunları. Yozgat’a gelmek daha büyük maceraydı. Bir kere bırakın Ankara’yı, Kırşehir’deki arkadaşlarımız da dalga geçti Yozgat’a gittiğimizi öğrenince. Onlara göre “Yozgat” diye bir yer yok. Bizi ciddiye bile almadılar diplerindeki bu güzel şehir için.

Yozgat’a “duble” yoldan değil arkadan, güzel yoldan dolaştık. Önce Mucur’u ve Mucur Yeraltı Şehri’ni gezdik. Volkanik bir oluşum imiş bu tüf kayaları oyarak yapmışlar. Kat kat şehir. Civarda böyle 15 tane varmış. Üç tanesi ziyarete açık. Nasıl güzel, nasıl sürprizli…

Sonra yoldan 70 küsur yaşında bir otostopçu amca aldık. Amca müthişti. Çok tatlıydı. Ve civarın bütün Ermeni efsanelerini yüklemişti sırtına. Bu Mucur neredeyse sırf Ermeniymiş vaktinde -ki elbet doğrudur bu kısmı. Sonra sesini biraz kısarak ve teatral bir hava vererek söyledi: Hala varmış ama gizli Ermeni! DÜŞÜNEBİLİYOR MUSUNUZ, GİZLİ ERMENİ.

Amcanın Ermeni dedektörlüğü konusundaki gizli yöntemlerini de öğrendik, neyse ki. Ermeniler “be kuzum” diye konuşurmuş ve sabah “selamın aleyküm” deyince “günaydın” derlermiş. Oradan ayırıyormuş. Bu kadar da değil. Hazine hikayeleri de vardı. Amca bir büyüğünden dinlemiş; o, Mucur Yeraltı Şehri’nden bir çuval altın çıkarmış bir Ermeni görmüşmüş. Altınlar hep küf olmuş rutubetten onları yıkıyormuş. Bu Ermeniler hep hazineleri kaçırmış.

Dedim “Amca, e öldü ya da yok oldu hepsi, ne hazinesi?” Öldüklerine itiraz da etmiyor. Ama onlar bir yolunu bulmuş bir masal ülkesinde altınlarıyla yaşıyormuş gibi de bir havada anlatıyor olayı.

Nitekim Ermeniler zaten Yozgat’ın her yerinde iz bırakmış ister istemez. Gezdiğimiz konakların birisinin girişinde şöyle yazıyor: “Kayyumzade Konağı’nın bilinen ilk sahibi Dr. Keçiyan Efendi’dir. 1915 yılına kadar burada ikamet etmiştir.” Bak sen şu işe. 1915’te taşınmış. Tam tehcire denk getirmiş. Ölmüştür Allah bilir. Sözde Ermeni konağı işte.

Tipik bir eskisi-yenisi fotoğrafı. Yan yana bunlar. Bütün Anadolu’da olduğu gibi Yozgat’ta da müthiş bir mimari var. Ve hepsi eski. Modern denilebilecek ne varsa hepsi birer mimari facia. Memleket şehirleri maalesef “çirkin” ve “çok çirkin” diye ikiye ayrılabilir.

Tipik bir eskisi-yenisi fotoğrafı. Yan yana bunlar. Bütün Anadolu’da olduğu gibi Yozgat’ta da müthiş bir mimari var. Ve hepsi eski. Modern denilebilecek ne varsa hepsi birer mimari facia. Memleket şehirleri maalesef “çirkin” ve “çok çirkin” diye ikiye ayrılabilir.

Yozgat merkezi didik didik gezdik. Bugün de çevresini gezeceğiz. Şu iki örnek fikir sahibi olmanız için yeterli olacaktır ama. Önce Hayri İnal konağını gezdik. Konakta belediye görevlisi Önder Bey vardı. Önder Bey zarif olduğu kadar da eğlenceli birisiydi. Hem de müzisyendi. Şahane vakit geçirdik beraber. Konak yaşıyordu. Yani bizim gibi gezmek isteyenlere göstermelik değildi. Her köşesinde bir faaliyet, atölye, kurs filan vardı.

Tipik bir eskisi-yenisi fotoğrafı. Yan yana bunlar. Bütün Anadolu’da olduğu gibi Yozgat’ta da müthiş bir mimari var. Ve hepsi eski. Modern denilebilecek ne varsa hepsi birer mimari facia. Memleket şehirleri maalesef “çirkin” ve “çok çirkin” diye ikiye ayrılabilir.

Yozgat’ta Atakule de var hem.

Ve müze. Yine bir Ermeni konağı olan müzede de şaşırmaya devam ettik. Bu sefer “Türk Dili mezunu güvenlikçi” kardeşimiz Emrah Bey gezdirdi bizi. Hakikaten çok bilgili ve ilgiliydi konuyla. Hem konak hem sergilenenler hem de Emrah Bey’in rehberliği çok etkileyiciydi. Şu anda Çamlık Milli Parkı’ndayız ve bugün acayip köyler ve ormanlar gezeceğiz.

Bu arada Yozgat halkı asla Ankara ya da İstanbul halkı kadar mutsuz görünmüyor. Hatta dakika bir gol bir, Yozgat’ta kaldığımız otelin sempatik temizlikçisi Ankara’dan geldiğimizi söyleyince acıdı bize. “Ay yazık hayatta yaşayamam o acayip kalabalık ve düzensiz yerde,” dedi. Dedim “Ah bilseniz onlar neler diyor Yozgat için.”

Tekrar ediyorum, Ankara’ya 2,5 saat burası. Siz yine hobi olarak Kaş’a gidin. Ama buraları da bir görün yahu!

lavarla.com