“Bu herif peşinden tüm Bodrum’u Ankara’ya taşıyacak; sonra da Ankara bitti yazılarına başlayacak. Sıkıntı bu adamın bastığı yerde ot bitmemesi. Halep’e gitti Halep diye bir yer kalmadı. Kıbrıs’ta yaşadı; Kıbrıs’ta kimse yaşamıyor artık. İstanbul ve Bodrum’dan sonra umarım vatanın benim sevmediğim parçalarını da abad eder.”

Ankaralı Göray (Karadut, attorney at law)

İlk yazıda bahsettiğim zengin ve seksi avukatım Göray Karadut, bu iyi mi kötü mü belirsiz lafları sosyal medyasında benim için etti. Ben çok güldüm, siz de gülün istedim. O yüzden yazının başına mühim alıntıymış gibi yapıştırdım. Ben tabii Türkçesini düzelttim ve ayıp kelimeleri çıkardım. Zaten bu avukat takımı onbinlerce sayfa okumalarına; üstelik iş hayatlarının yarısını yazarak geçirmelerine rağmen bir türlü dilbilgisi öğrenemezler. Kendilerini bağlaçlara bağlı, ünlemlere ünlü hissetmiyorlar sanırım.

Yarın insanlık için sıradan bizim için sıkıcı ve yorucu bir gün. Nihayet Ankara’ya taşınıyoruz. Elveda deniz, oluklu kertenkeleler, Dağbelen orman piknikleri, Kızılağaç’ta yeni bulduğumuz obruk, sivrisinekler, Gümbet’in ve Barlar Sokağı’nın kıllı göğüs dekolteli ve çorapsız makosenli keşişleri (Keşiş: Sürekli kesiş halindeki sürmeli erkek).

Öncelikle şu Çayyolu-şehir konusundaki duruşumu netleştireyim. Bende bir kuzen var, Banu. Ankara ileri gelenlerinden. Dostlar başına. Güzel olduğu kadar akıllı ve nevi şahsına münhasır bir kadındır kendisi. Bütün önemli kararlarını yanlış vermesine rağmen doğru bir hayat yaşayabilmesini İsviçreli bilim insanlarına şikayet ettim. İnceleyip sonucu bana bildirecekler.

Banu aynen şöyle dedi bana telefonda: “Metin abi, Allah aşkına şu Çayyolluları şımartma ya yeter. Hiç şehre gelmeden yaşayanları var onların. Ankaralı bile sayılmazlar.”

(Abi dediğine bakmayın. Sadece 3 yaş küçük kendisi benden ve onun doğduğu yıl Cem Yılmaz bile henüz doğmamıştı o kadarını söyleyeyim.)

“Dedim kızım zaten onu yazdım yazıda.” Banu yazıyı okumamıştı tabii.

Ankara’nın önemli yerinde duranlarından Alper Fidaner de aynı şekilde. Okumamış ama bik bik ediyor. Neyse, sosyal medya mesajlarından da belli ki bir yığın insan bu işte şehirden yana taraf. Ben aslında anlatmıştım bütün sebeplerimi. Ama sebeplerimden bir tanesinin üzerine basarak yineleme gereği duydum.

Öncelikle daha önce dediğim gibi, Esat bebesiyim, şehirden yanayım. Şehir, şehirde yaşanır. Ama başka bir şey daha var: Mesafe. Çocukların okulu Çayyolu’nda.

Bütün bilimsel araştırmalar ve kişisel gözlemlerim şunu söylüyor: Mekana alışıyorsun. Umduğundan küçükse/büyükse veya daha az ya da çok yeşil bir çevrede daha az monoton bir yerdeyse de şaşırtıcı bir hızla alışıyorsun. Ama şehir hayatında bir yere sürekli gidip gelmek öyle değil. Çok sevdiğim Dan Ariely, Akıldışı Sevgilerimle isimli kitabında bunu çok güzel anlatıyor: “Her gün evden saat 7.30’da ayrılıp 8.55’te işte olacağımızı bilseydik yolculuğumuz daha öngörülebilir ve güvenilir olurdu ve buna kolayca adapte olabilirdik. Ancak yol durumu ve trafik tıkanıklıkları açısından bizi neyin beklediğini asla bilemediğimizden, işe ne zaman varacağımızı da asla bilemeyiz. Bu belirsizlik, gidip gelmeye alışmamızı güçleştirir ve her yeni güne işe zamanında yetişip yetişemeyeceğimize dair sürekli bir endişeyle başlamamıza neden olur.”

Eşim ve ben evden çalıştığımıza göre siz iş yerine çocukların okulunu alabilirsiniz. Şimdi de “e servisle gitsinler” diyenler çıkabilir. Servisler bu belirsizliği belirli kılabilmek için yola aksilikleri de göz önüne alarak çıkan cihazlar. Yani çocuklarımız yola normalden de fazla zaman ayıracak demek bu. Üstelik pek çok zaman antrenmandı, kurstu gibi sebeplerle servis de boşa çıkacağı için aynı belirsizlik sık sık bizi yoklayacak demek.

Ben öteden beri buna çok dikkat ettim. İstanbul’da genellikle işyerim evime beş dakika mesafede oldu. Hatta öyle olurdu ki yataktan kopamayıp sabah toplantısına geciktiğimde asistanım önce trafikte olduğumu söyleyip beni uyandırırdı. Kalkar duşumu alır, motoruma atlayıp toplantıya yetişirdim ve hepsi on dakikaya sığardı.

Beyaz Gölge dizisi sağolsun Ankara’da 1970’lerin sonunda her köşe başı pota dolmuştu. Pota dediysem inşaat demirini yuvarlayıp inşaat tahtasına saplamak şeklinde yapılan ve sokak lambası direğine bağlanan derme çatma şeyler. Basket topu sahibi olmak prestij kaynağıydı. Ben de (çok süper) basketbol oynardım. Hatta genç denilen yaşa gelince Türkiye Elektrik Kurumu’nun basketbol takımında lisansım bile yapıldı. Gerçi takım sadece uzun boyluyum diye almıştı beni ve kısa vakitte sigara içtiğim için takımdan atıldım. Olsun. (Hoca sigara yahut basketbol demişti. Neyi seçtiğim ortada. Asla gururlanmıyorum. Sigaradan tiksiniyorum. Artık çok çok az içiyorum. Yakındır kurtulurum.)

İşte bu engebelerle dolu minik kariyerin ana motivasyonu Beyaz Gölge dizisindeki Kuliç ve Morris Thorpe idi. Morris Thorpe ile daha doğrusu sesiyle tanıştık sonradan. Bırakın basketbolcu olmayı siyah bile değilmiş. Süt beyaz. Hala iyi arkadaşız iyi mi? Evet, Ankara oraya buraya gidenlerinden, şimdi İstanbul’da mukim Yekta Kopan’dan bahsediyorum. Kendisi sürekli bir yerlere gider. O yüzden oraya buraya giden dedim. Bodrum’a bir müddet yakın temasta bulunmuş, ev tutmuş, yerleşme, en azından kısmen yerleşme antrenmanları yapmıştı. Olmadı tabii. Şimdi bana diyor ki, “Düdük kafalı, ben söylemiştim sen inanmadın. Kendin tespit etmeden inanmazsın zaten.”

 

Yekta Kopan çocuklarımı sıkıştırırken

Düdük kafalı kısmını ben ekledim. Yekta zarif bir insan olduğu için asla öyle şeyler söylemez kimseye. Ama lafın gelişine çok yakıştı bence. Neyse. Diyeceğim şu: Yekta bir konuda yanılıyor. Çünkü Yekta Gümüşlük’te tuttu evini. Gümüşlük’ü Bodrum’da zannetmesi çok tatlı.

Gümüşlük, çok sevdiğim yığınla arkadaşımın yaşadığı, Cihangir’in iyice sulandırılmış köşelerine Etiler serpiştirilmiş versiyonudur.

Denizi deniz değildir. Temmuz Ağustos’u insan silosudur. Bir yanı muhabbeti “Ben aslında ne Ferrari’ler alırdım da vazgeçtim burada Doblo’ya biniyorum” şeklinde özetleyebileceğimiz celebritylerle doludur. Öbür yanı kendini rehabilite edenlerle yahut Şükrü Erbaş’ın saydırdığı köylülerle. Arada da Akif Kurtuluş, Erkan Oğur, Yekta Kopan, Latife Tekin ve tabii bizim Göray Karadut gibi Gümüşlük’ü hangi gözlüklerle gördüklerini bir türlü anlayamadığım kıymetli insanlarla…

Yanlış anlamayın. Gümüşlük oturmak için bana göre değil. Yoksa çok güzel. Gümüşlük biz Yarımada sakinleri için mesire yeridir. Hafta sonları filan gider gezeriz. Oraya takılırız. Ama yaşamayız orada. Gümüşlük bu tarifimden epey uzaklaşmış. Yekta bu değişikliği fark etmişti sanırım. Geçen ben de fark ettim. Kendim tespit ettiğime göre Yekta’ya kısmen hak verebilirim. Gümüşlük biraz Ortakent, biraz Yalıkavak, karman çorman bir şey olmuş olabilir artık.

Velhasıl bu kadar laf ettim, Yekta’nın yazdığı ve benim gururla okuduğum Metin Solmaz Ankara’ya gidiyor yazısının linkini bırakıp hava atmam şart oldu.

Bu taşınmada Bodrum Metro market çalışanlarına teşekkür etmezsem ayıp olur. Çünkü bir Gökçe bir ben sürekli koli toplayarak kendimize koli sponsoru yaptık onları. Yüzlerce koli aldık. Üstelik son 30 koli filan lazım diye düşündükten ve aldıktan sonra üç kere daha gidip koli aldık. Bir kere bile bize “Abarttınız arkadaşlar bir durun hele” demediler. En zorlu pandemi günleri dahil yıllardır çok zariflerdi hep zaten. Varolsunlar.

İlk posta koliler ve arkada güzel kırmızı kızım

 

 

Yarın taşınmamla birlikte benden kurtulacağınızı sanmayın. Daha adı anılmadık 4 bin kadar Ankaralı arkadaşım var. Hepsine bir iki laf dokundurma fırsatını kaçıracak kadar kafayı yemedim. Yazmamı istemiyorsanız Seren Erciyas hanımefendiye şikayet edin. Editörüm ve patronum o. Onun da soyadında tashih var gibi duruyor ama baktım öyle değil. Doğrusu Erciyas’mış. (Bakmayın böyle dediğime, günlük faslını birkaç yazı sonra bırakırım. Gerisini bilmem :))

lavarla.com