Türkiye’nin temel özelliği tutucu olmasıdır. Sağcısı da tutar, solcusu da. Tutan tuttuğunu hunharca tutar. Tutmalara doyamaz.
Bir de hiç utanmadan, çekinmeden “Ben aslında açık görüşlü birisiyim” diye söze başlar. Tıpkı “Irkçı değilim ama…” diye başlayanların genellikle aynı cümleyi ırkçı şekilde tamamlaması gibi, bunlar da ne tuttuklarını anlatır.
En açık görüşlü baba şöyledir misal: “Ben aslında açık görüşlü birisiyim ama kızım da yani kiminle sevişeceğine biraz dikkat etsin.”
Etsin tabii. Kızın; ne yediğine, giydiğine, sevdiğine, dinlediğine, baktığına da dikkat etsin. Oğlun da etsin. Kedin, köpeğin, bakkalın, muhtarın, milletvekilin de etsin. Sen de et. Herkes her şeye dikkat etsin.
En devrimci bünyelerin içinde iki tur atın, bir yığın mandal göreceksiniz. Öylece tutar o mandallar. Yok, öyle sadece “o eski” günleri ve şarkıları tutmazlar. Bol bol pozisyon tutarlar. Ve anksiyete. Derin bir anksiyete yaşarlar. Ellerindekini kaybetme endişesi.
Tutmayın güzel kardeşim. Yani hoşça vakit geçirmek için tutun. İnandığınız için tutun. Merak ettiğiniz için tutun. Ama tutulu kalmayın. Tutucu olmayın. Biraz tutun sonra bırakın. Olmadı, tekrar tutarsınız.
İnsan tutucu olunca bırakamıyor. Her şeyine dokuz kollu ahtapot gibi sarılıyor. Bırakamayınca direnemiyor. Direnemeyince mızıldanıyor. Hem uysal oluyor hem de “bıy bıy”, dil pabuç. Konuşurken boş da konuşsa Nil timsahı gibi oluyor. Yaşarken lepistes ama. Sonra gömülüyor Twitter’a… “Ben söylemiştim”ler, “sen yeni mi anladın”lar, “mahvolduk, bittik, göçtük, öldük”ler…
Ben Bodrum’da sekiz sene boyunca “Yandık, bittik, mahvolduk, hiç bu kadar kötü olmamıştık” diyen yığınla insana aynı şeyi söyledim: “Nerede olduğunun farkında mısın?”
Ayağına dalgalar vuruyor. Elinde bira. Mükemmel bir manzara. Sevdiği insanlarla beraber. Arkadan ufak ufak Paco De Lucia gitar çalıyor. Yaptığı muhabbete bak: “Yandık, bittik, mahvolduk, hiç bu kadar kötü olmamıştık.”
Şuur ya Resulullah. Bir şeylerin kötü gittiğini biliyor. Hayat tarzı saldırı altında. Eskiden meyhane dolu olan Anadolu şehirleri evlere çekildi. Konserler, festivaller iptal ediliyor. “Muhalefet” diye bağırınca dönüp bakması gereken malum seküler parti, sağcı ürkütmemek adına hayat tarzına yapılan saldırıyı umursamıyor bile. İktisat feci.
Ama küçük hanım/bey her kimse tutucu kardeşimiz mızıldanmaktan ötesine gitmiyor. Bunları adlı adınca söyleyemiyor bile. Çünkü tedirgin. Elindekini kaybetmekten korkuyor. Geliri düşer, statüsü değişir… Pek çoğu, hafazanallah, bir gün kendi evini temizler hale düşmekten korkuyor.
Hal böyle olunca şikayet etmesi kolay ama işlevsiz olur.
Bakın herkes korkabilir. Ben de korkarım sık sık. Korku, ömür uzatır. Ama aynı zamanda korku, zihni de öldürür. Fazla korku beyni bulaşık süngerine çevirir. İşlevsiz korku da bu şekil olur. Ömür de uzatmaz. Sıkıcı birisi haline getirir sahibini.
***
Gelelim Ankara’nın taşına. Ankara tutuculuğu ülke ortalamasının çok altındadır bana göre. Bütün o memur kılığının ve başkent somurtkanlığının altında kıpır kıpır bir hayat vardır.
Ankaralı sadece muhabbetini muhafaza eder. Güzel şeyleri muhafaza eder. Takıntısız muhafaza eder. Dokunanı da yakar.
Mesela hayat tarzı açısından Ankara, İstanbul kadar negatif etkilenmedi genel fena gidişten. Bazılarına sıkıcı gelecek ama ben hemen içkiye ve şorta bakarım. Şortlu kızlar parkta bira içiyorsa orada yaşanır. Rumelihisarı, Ortaköy… Buralar ve pek çok yer şortlu kızların bira içtiği mekanlardı. Şimdi teklif edilmesi dahi düşünülemez bir durum haline geldi buralarda içmek. Ankara ise Sakarya’da, Tunalı’da içtiği biradan hiç taviz vermedi.
Daha iyi yönetildiğinden mi? Asla. Ankara rıza göstermedi.
Ankara’da direniş çok sahicidir. Direndik de biliyoruz. 90’ların kaldırımları gelse de anlatsa. Devlet de Ankaralıya aynı sahicilikte daha kötü davranır. Gezi’yi düşünün. O vakit İstanbul’da biz, Ankara ile karşılaştırıldığında tatlı su direnişi yapıyorduk.
Ankara’da tutuculuk yok mudur? Olmaz mı? Ankara’da da tutuculuk mızıldanma şeklinde tezahür eder.
Ankara’da Ankara gömmek bir Ankara sporudur. Ben de çok yaparım oradan biliyorum.
Bağzı Ankaralının bitmez mızıldanmasıdır: “Ankara çok değişti”.
Bir kere Ankara neden değişmesin? Manyak mı? Her şey zamanla değişir. Ankara da değişir ve bırakın değişsin.
Ama bu “Ankara çok değişti”cilerin söylemek istediği bu değildir. Bu arkadaşlar Ankaranın tutucularıdır. Hem tuttuklarını değiştirmezler hem tuttukları değişsin isterler. Akıldışı olan bu. Çünkü sıkılmışlardır. Rutinlerinden sıkılmışlardır. Onların rutinini başkası değiştiremeyeceğine, onlar da değiştiremediğine göre bir şeye sorumluluk yüklenmesi gereklidir.
İşte burada bir şamaroğlanı (şamarinsanı?) olarak şehrin kendisi, Ankara, bizzat devreye girer: Şerrefsiz Ankara hunharca değişmiştir.
Nedir Ankara’da değişmiş olan bu arkadaşlara göre? “O eski muhabbet”, “o eski ilişkiler, komşuluklar, mekanlar, şeyler” (Yul Brynner misali) vesaire vesaire.
Hayır güzel kardeşim. Ankara’daki muhabbet hiç değişmedi. Değişti de geriye doğru değişmedi. Arttı. Isındı. Yumuşadı. Güzelleşti. Cillop gibi, börrek gibi muhabbet var Ankara’da. Üstelik pek çok zaman sen de bu muhabbetin içindesin. Bir sal yahu. Sal gitsin. Ya da değiştir hayatını. Neydi o postite yazılıp duvara yapıştırılan laf? Yarın mı, bugün mü işte bundan sonraki hayatının ilk günü. Sonra carpe diem var. Ama sana esas lazım olan adequatio intellectus et rei. Onu da git Google’la, öğren bir zahmet.
Daha dün Amelie’s Garden’ın önce kafesinde sonra barında car car muhabbet ettim bir yığın yeni tanıştığım insanla. Amelie’s Garden mükemmel bir yer. Eylem var patron. Bana “Metin Hocam” deyip duruyor. Henüz “Metin” dedirtmeyi başaramadım. Bu yazıdan sonra inşallah artık. Çok tatlı kadın. Bir de kardeşi var Emel. O da öyle. Bu ikisi has Ankara mekanı yapıp Fransız yapımı Ankara filmi Amélie’nin bahçesini isim diye koymuşlar. Sevenleri de çok gidenleri de. Tam müdavim kafesi ve barı. Sıcacık.
Böyle kaç tane mekan var Ankara’da. Vallahi de çok billahi de çok. “Eski günlerdeki gibi”.
Ankara’da bazı şeyler hiç değişmez.
Şimdi Londra’da mukim, Kuzguncuk milliyetçisi Laz kardeşim Tan Morgül beni bir keresinde elimden tutup Ankara’ya “gezmeye” getirmişti. Hakikaten öyle demişti ve yapmıştı. Bütün mekanlara o (bir İstanbullu olarak) beni götürecekti. Onun tuttuğu otelde kalacaktım filan. Bir gazetecilik faaliyetiydi.
Tuta tuta “bizim” Tunalı Oteli’ni tuttu kalayım diye. İlk defa kalıyordum (Ankara’da neden ve nasıl otelde kalayım? Daha önce de bir kere Stad Oteli’nde kalmıştım benzer bir vesileyle gerçi) ama otel bizim sayılır yahu. Önündeki kaldırımları eskitmişizdir.
Velhasıl akşam da beni “çok güzel bir yere” götüreceğini söyledi. Müdavim mekanıymış. Ben de uzun zamandır o kadar çalışıyorum ki, bir de yeni yavrulamışım filan, yıllar olmuş Ankara’ya gelememişim. Mekan bilmiyorum eskiler hariç.
Beni “Sakal diye bir yere” götürdü. İçeri bir girdim sesler şöyle “Vay Metin”, “Olm nerelerdesin”, “Ohooo Metin’im gelmiş”.
Çalışanlar tanıdık, müşteri tanıdık.
Kalbinin bilmediği bir köşesinde muhakkak bir Ankaralılık barındıran Tan, bana müdavim mekanı seçecek. Bunu Ankara’da yapacak. Ve içerisi tanıdık olmayacak? Böyle bir şey olabilir mi?
Ankara bu. Bazı şeyler değişmez.
İçindekiler, içinde uzun kalmışlar Ankara’dan haklı bir bezmişlik puanı kazanmıştır tabii. Bunların pek çoğu bırakır gider Ankara’yı. Ankara onları bırakmaz ama. Gittikleri her yerde sevdirirler kendilerini. Patronları da sever onları. (Nitekim büyük Angaralı Olivia Dölek’in bir vesileyle dediği ve bir başka büyük Angaralı Didem Ünal’ın canla başla desteklediği gibi “Pek gözleri açık değildir, hayal dünyaları geniştir, iyi de çalışırlar” Ankaralılar.)
Çayyolu, Türkkonut, bilmemnekentler silsilesi peydah olur. Çirkin apartmanlar, saraylar, AVM’ler dikilir. Güzel apartmanlar, güzel dükkanlar yıkılır. Kızılırmak Sineması rutubet kokar. Kiralar artar. Engürü kapanır. Oktay (Etiman) Abi, Tamer (Kozaklı), Ömer (İpek), Ulus (Baker) ölür. Alper (Fidaner) şişmanlar. Murat (Meriç) ve Yekta (Kopan) taşınır. Mehmet Ali (Çalışkan) arkasından kötü konuşur.
En acayibi, yıllarca Melih Gökçek yönetir.
Ama Ankara bu. Bazı şeyler değişmez.
Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu