Gezmeler üçe ayrılır. Kır gezmeleri börtü böcek tarih marih öyle şeyler. “Ay ne güzel yerler ayol” dedirtir. Şehir gezmeleri ise daha muhabbetli kültürlü filan oluyor malumunuz. Her ikisinde de hayvanlar olur. Şehir gezmeleri daha çok borderline kediler, mazlum köpekler, nevrotik kumrular, güvercinler filandan ibaretken kır gezmelerinde müthiş bir çeşitlilik gözlenir. Şehir gezmelerinde çeşitlilik insanda olur.
Evet, altı üstü yürüyeceğim bu kadar uzun giriş yaptım.
“Üçe ayrılır” demiştik. Üçüncüsü de kalori harcamayı sevmeyenlerin tercihi: Alper Fidaner gezmesi. Google yardımıyla yapılıyor. Herif fotoğrafçı. Fotoğraflarını bile evinde çekiyor. Zahmet edip dışarı pil almaya filan çıkıyor. Veyahut Shades Süleyman gezmesi. Onda Google da yok. “Urban blues plaklarının olduğu yerden köylü blues plaklarının olduğu yere” gibi sofistike rotalarda yapılıyor. 20 metrekare içinde filan. Bu şekilde başka ülkelere nasıl gidebildi bilemiyorum.
Oysa ben (tıpkı Can Öktemer yahut Suhulet Kantonyan beyefendiler gibi) bir flanör olduğum için şehirde yürümeyi severim. Şimdi bir de oyuncaklı saatim var, sonradan harita filan çiziyor nereleri yürüdüğüne dair, daha çok seviyorum.
Bu arada şu notu da eklemeliyim. Yürümeyi her zaman sevdim. Ama gezmek için değil de bir ulaşım cihazı olarak yürümeyi Murat Sevinç’ten öğrendim. Bir gün Bodrum’da (şimdi İstanbul’da mukim olsa da has Ankaralı) Murat Sevinç’i arabayla bırakacağım. Ortakent’teyiz, Yalıkavak’a gidecek. Yalıkavak’a gidecek birisini nereye bırakırsınız? Hayır. Yalıkavak’a olmayabilir. Yalıkavak sapağında indi. Hesapladı. “8 km. Hımm şu kadar çeker tamam burası iyi”, sonra yürüdü gitti.
O kadar etkilendim ki ben de yapıyorum artık öyle şeyler. Gerçi sonra aynı yolu yürüdüm, kaldırım olmadığı için bazı yerleri çok ürkütücü ve asla tavsiye etmiyorum, ayrı mesele.
***
Bugün size bir mikro rehberlik hizmeti vereceğim. Ankara’da en sevdiğim rotayı uzun yıllar sonra tekrar yaptım. Arada bölük pörçük yapmıştım. Ama bu sefer hem tek başıma yaptım hem de “Eski yeni Ankaralı” kafasıyla yaptım.
Rota basit: Çıkrıkçılar – İtfaiye/Hergele Meydanı hattı boyunca kültürel ve biyolojik çeşitlilik.
Arabayla geliyorsanız ne kadar Kale’ye yakın, o kadar iyi. Park için 30 lira filan istiyorlar. Çok saçma. Çıkrıkçılar’ın arkasında bir yere pazarlıkla 15 liraya bırakın. Israr ederseniz bence 10’a da inerler. Ben etmedim. İster arabayla gelin, isterse (misal) Ulus-Seyran dolmuşuyla (İstanbul’da asla dolmuş demezler, minibüs diyorlar buna). 12 gibi Çıkrıkçılar’a çıkın.
Sabah kahvaltısı yapmamış olun. Bakın burası çok önemli. Çünkü Çıkrıkçılar yokuşu en güzel simit yiyerek gezilir. Simit de en güzel çok açken yenir.
(Reklam: Simitler ikiye ayrılır bu dünyada. Ankara simidi -ki Ankara’da buna sadece simit denir- ve diğerleri. Eskişehir’den Ordu’ya, Rize’ye birçok yerin simidi lezzetlidir. Ödemiş’te bir simit yemiştim, lokum gibiydi. Hatta Türkiye, İstanbul hariç bir simit ülkesidir. Ama Ankara’nınki eşsizdir. Karşılaştırılamayacak kadar yalnızdır zirvede. İstanbul’unki de dipte yalnızdır. “Yanlışlıkla susam serpilmiş hamur çemberi” diyelim ona.)
Velhasıl simidinizi yerken Çıkrıkçılar’ı alt üst edin. Her köşesi çok güzeldir. Bin liraya acayip çirkin abiyeler ve 100 liraya şapka uçurtacak kadar sempatik şalvarlar alabilirsiniz kendinize.
Ve kına fenomenini hatırlayın. Yani Eminönü’nde de kına vardır. Ama ben Ankara kadar kına seven yer görmedim. Her yerde bir kına konağı, kına malzemesi… Çıkrıkçılar da sünnet, düğün, cenaze, kına, hac bilumum ritüel malzemelerinin merkezi.
İnsan tezgahlardan gözünü alamıyor.
Şimdi epeydir söylemek istediğim bir şeyi Çıkrıkçılar yokuşunu vesile ederek söyleyeyim. Aslında Türkiye -her şeye rağmen- son on yılda acayip renkli bir ülke haline geldi. Tamam, eski konserler festivaller yok. Zaten çöl ortamında üç beş konser festival teşebbüsü de iptal ediliyor. Keza “şarkı istedim çalmadı” diyen 4 yaş zekalı lümpenler kulüplerde suç işliyor. Ama buna rağmen ülke acayip renkli bir yer haline geldi. Memleket medeni bir ülke gibi yönetilse neler olurdu onu siz hesaplayın.
Anlatayım.
10-12 sene kadar önce eşim Gökçe ile Eminönü’nde bana renkli çorap aramıştık. Çorap yahu. Bildiğiniz çorap. Bir özellik de aramıyoruz çorapta. Ayak masajı yapmayıversin. Eksi 40 dereceye dayanmasın. Renkli olsun sadece.
Yarım gün aradık. Onlarca çorapçıya sorduk. Kimi “renkli erkek çorabı olmaz” diye racon kesti, kimi kahverengi çorapları koydu önümüze renkli diye.
Sonra bir küçük dükkan bulduk. Adam sevinç içinde “Azıcık bekleyin lütfen,” dedi. Meğer Avrupa’ya rengarenk erkek çorapları ihraç etmiş. Kalanları da yıllardır satmaya çalışır ama beceremezmiş. YILLARCA DENEMİŞ VE O GÜZELİM ÇORAPLARI KİMSEYE SATAMAMIŞ. Tek bir tane bile satamayınca da -zaten dükkanı küçük- depoya kaldırmış.
Nefis çorapları bize ucuz ucuz vermişti. Hepsini almıştık. Taraflar çok mutlu olmuştu.
İşte bu kadar acayip bir şeydi 10 sene önce erkeğin renkli çorap giymesi. Ya şimdi? Çıkrıkçılar’da tezgahlar bile renkli çorap dolu. 10 sene önce dükkanlarda bulamayacağını şimdi tezgahlar satıyor. Dağ taş renkli çorap.
Lütfen küçümsemeyin. Renkli erkek çorabı zaferi müjdeler. Erkek ne çekiyorsa griden, hakiden, kahverengiden çeker. Renklenmiş bir hayatın önündeki en büyük engel renksiz erkeklerdir çünkü. Renkli çorap giyen bir erkek, lümpenlik ettiğinde çoraplarından utanır belki. Düşünsenize, birinin üzerine “ne diyon len palyaço” diyerek yürüyen bir ayının ayaklarına bakıyorsunuz, pembe karpuz desenli bir çorap. Olmaz.
Hem renkli çoraplı erkeğin babalığı daha güzel olabilir. Bülent Somay başganımızın korkutup durduğu o ucube babalığın sonunu belki renkli çoraplar getirir. Tamam abarttım, duruyorum.
Lakin lafı Bülent Somay’a getirmişken bir müjde vereyim. Ankara entelijansiyası (sanki azmış gibi) huysuz (ama lokum gibi) bir münevver daha kazanıyor. Bülent Somay, Brüksel, Oslo ve Berlin’den sonra hayatına Ankara’da devam etmeye karar verdi. Nisanda buraya yerleşiyor. Zevcesi Ezgi (kendisi nefis bir tasarımcı, komik ve akıllı bir kadın ve bir başka huysuz Ankaralı münevver Ertan Keskinsoy’un kardeşi) ile Bülent de İstanbul’u benimkine benzer sebeplerle istememişler. (Beni görüp kıskanıp peşimden geldiğini sanmıyorum. Yani sanıyorum da onu buraya yazacak kadar delirmedim.)
Çıkrıkçılar’dan çıktınız mı? Doğruca Denizciler’e. Gülhane İş Hanı’nın alt katında Boğaziçi Lokantası’na. İşe bak. Cadde “denizci”. Mekan “Boğaziçi”. Apartman “Gülhane”. Olay yeri Ankara ama. Bu nasıl İstanbul aşkıdır?
Boğaziçi Lokantası nefis hala. On numara yemekler. Nefis servis. Eski dekoru daha mı güzeldi hatırlamıyorum ama bu dekoru çok güzel. Pırıl pırıl.
Bamya, pilav ve mercimek çorbasından oluşan kombinezonu seçtim ben. Ama çeşit çeşit yemek var.
(Şunu söylemezsem çatlarım. Sebze yemeklerine ayçiçek yağı koymasalar keşke. Ne demiş gastronomi ataları: Zeytinyağı varken ayçiçek yağı kullanmak rakı sofrasında Ajdar dinlemek gibi bir şeydir.)
Oradan çıkıp İtfaiye Meydanı’na doğru salıyorsunuz. İtfaiye’ye bu taraftan girmek en güzeli. Çünkü ön taraf artık karakterli bit pazarından ziyade endüstriyel mutfak ve spot pazarı haline gelmiş.
Acar görünmeye çalışan bir şaşkın olduğum için İtfaiye’ye geldiğimi anlamadım. “Yahu bu bit pazarı amma bizim bit pazarına benziyor,” dedim. “Bizim bit pazarı” dediğim İtfaiye Meydanı. Nitekim oradaymışım zaten. Yukarıdan girmişim. Düşmüşüm mü demeli? İyi bir yürüyücü biraz da şuursuz olmalıdır, hedefsiz yürümelidir, değil mi?
Bizim bit pazarı. Çünkü ben 1980’lerin ikinci yarısında efsane Pizza Tek’te garsonluk, barmenlik filan yapıyordum. İtfaiye Meydanı’ndan (bit pazarı, Hergele Meydanı, Hergelen Meydanı, Opera Meydanı; ne derseniz deyin) bir şeyler alır oradaki müşterilerime küçük karlarla satardım. Bir şeyler dediğim de genellikle muhtar çakmağı ve hi-fi sistemleri. Ek gelir işte. Hi-fi’den orada pek anlayan olmadığı için ara ara hakikaten enteresan alışverişler olurdu. Belli bir çevre de edinmiştim. Başıma bir yığın da iş geldi, anlatırım bir ara.
Ama en komiği şuydu, Üçler Çarşısı vardı. Baktım hala var. Artık çarşı değil gerçi. O minik dükkanlardan oluşan çarşı iki irice dükkan haline gelmiş. Tabelası yaşıyor hala. Renkli televizyonlar yeni yayılmaya başlamıştı. Dolayısıyla orta sınıfın üstlerinden başlayarak siyah beyaz televizyonlar elden çıkarılıyordu. O kadar çoktu ki, buradaki esnaf neredeyse sadece onu alıyordu. Müthiş de bir rekabet vardı. Telaşla alıyorlardı, hızla satıyorlardı. Temel olarak hepsi Hürriyet Gazetesi’ne küçük ilanlardan veriyor, telefonda pazarlık yapıyor, gidip alıyordu. Bir tanesi vardı çok kurnazdı. Yan yana telefonları vardı. Mesela 8 tane ayrı telefona 8 ayrı ilan veriyordu. Biliyordu ki ilanlara bakan sıradan arıyor. Bu da sıradan ilan vermişti. Biraz tonlamayla oynayarak bütün telefonları o cevaplıyordu. “Telefunken, 55 ekran TV var kaç lira?” Adam bir fiyat söylüyordu. Sonra daha azı daha çoku… Hatta bir patern vardı: Şimdi bu çalacak, sonra şu…
Telefon eden değişik yerlerden fiyat alıyor, en azından öyle yaptığını sanıyordu. “Alooo, 9 lira veriyorum.” “Alooo, 10 lira veriyorum.” “Aloo 8-8,5-7,5” derken hop! 10 lira verdiği telefon tekrar çalıyordu. Anlaşma sağlanıyor, adrese gidilip televizyon alınıyordu.
İşte bu Üçler’de bi Lazgin abi vardı bir de Savaş. Arada bir ararlardı. “Olm bu samuray adı gibi bi anfi geldi, nakamiçi, ne yapalım?” filan diye. Ben de “alın alın” derdim. Arada kamp malzemeleri gelirdi. Yoktu o vakitler öyle Lafuma filan. Böyle borulu sırt çantaları köpek çadırları alırdık. Komünist ülke askerlerinin kamp malzemeleri düşerdi bazan. Birbirimize söyler sonra saldırırdık. O zaman ikinci el aldığım kamuflaj uyku tulumunu hala kullanıyorum düşünün.
Çok nefis vakitler geçirdim o bit pazarında. Saçma sapan kırçıllı paltolarla gezen tipler onları nereden buluyor sanırdınız? Bit pazarından. Askeri parka alınır, kumaş boyasıyla boyanır, giyilirdi. Postal yahu. Postal alırdık. Neden postal alır giyerdik, asla bilmiyorum. Ama alır giyerdik işte. Punk’ız ya güya, ondan herhalde.
Murat Kurtuluş vardı bizim Akif abinin kardeşi. O Pizza Tek’te gitar eşliğinde çığırırdı “Eyo Eyo” diye bir geyik şarkısı vardı, tanış herkesi anlatırdı şarkıda. “Sensiz kalsam da eyo eyoo” diye başlar müdavimleri sıralardı. Güler eğlenir hoşça vakit geçirirdik. Benim de muhtar çakmaklarına takmıştı kafayı.
***
Size bir şey söyleyeyim mi? Buralarda tarih donmuş gibiydi. Hakikaten pek az şey değişmiş. Yani elbette İtfaiye Meydanı’nda Seyfi Arkan’ın o güzelim İller Bankası binasının yıkılması ve yerine o devasa mimarlık faciası cami dikilmesi gibi skandalları unutmuyorum. O tezgahlardaki havadan bahsediyorum. Ve meydanın arka taraflarından bahsediyorum daha çok. Anafartalar, Denizciler filan da çok değişmiş gelmedi bana.
Neyse. İller Bankası dedim, yine sinirlerim bozuldu. Sevdiğim şeylere geçeyim. Ben en çok şu yan yana ayakkabıları seviyorum. Bir yandan Behrengi kitaplarında kaldığını sandığımız bir fakirliği anlatıyor. Öte yandan romantik de bir tarafı var. “Yıllarca çiğnenmiş, gezmiş, görmüş çeşit çeşit ayakkabı yan yana, yeni sahibini bekliyor”un ötesinde bir şey bu. Pahalı markalarla sıradan makosenlerin fakirlikte eşitlendiği bir acayip dünya. Yaşadığımız hayattaki eşitsizliği kafama kafama vurur.
Dolayısıyla bu ayakkabıların fotoğraflarını çekmeyi de seviyorum. Nitekim bir tanesinde başında duran esnaf “Bizi de çek ne ayakkabıları çekiyorsun,” dedi gülerek. Ben de “Elbette,” deyip çektim. Adama gösterirken ne göreyim, bir hüzün bastı. Adam dondu kaldı. “Aynı abim,” dedi. Kendisine dedi “Aynı abim,” diye. Diyemedim ki “Kardeş ne zamandır aynaya bakmıyorsun sen?”
Onun yerine “Abin yaşamıyor galiba,” dedim, “Sorma kardeş,” dedi ve bir dakika deyip telefonu aldı koştu gitti. Eskiden olsa, diye düşündüm. Sonra emin oldum. Eskiden olmazdı böyle bir şey. Kimse İtfaiye Meydanı’nda tanımadığı birine kıymetli bir şey vermezdi; korkardı. Kimse istemeyi de aklından geçirmezdi. İtfaiye Meydanı hakikaten riskli bir yerdi o vakitler. Arada esrar, bazan silah; olurdu öyle karanlık işler. Ya da biz öyle olduğunu düşünmeyi severdik.
Vay be dedim. Bak bir şeyler değişmiş. Telefonu verirken tereddüt bile etmemiştim nitekim.
Sonra adam geri geldi. Hala duygusal. Dedim ver hele şu cebini de, yollayayım. Buradan ayakkabıcı Mehmet Kaya abimize selam söylüyorum. Abisi Hüseyin Kaya’ya da rahmet diliyorum. Ne güzel, onu bu kadar çok seven bir kardeşi varmış.
Neyse çok uzattım yine. Biraz şu ad bolluğundan bahsetmek istiyorum. Sonra bitiririm. Daha İncesu Deresi ıslah edilmemişken yaşlı atları buraya salarlarmış. Yarı bataklık, biraz çayır, emekli atlarla da mükemmel bir yermiş burası. Sanırsınız Almodovar film seti. Ve o vakit “Hergele Meydanı” derlermiş. Sonra kibarlaşmış, “Olm böyle ayıp oluyor hergele filan” diye zorlama bir Hergelen Meydanı demeye çalışmışlar, olmamış. Hergelen ne yahu? Hala demeye zorlayanlar vardır. Hatta sen “Hergele Meydanı” deyince “Hergelen” diye düzeltenler vardır. Ama “hergelen” ne? Bir kere o ayrı yazılır. Şiiri kötü. Anlamı saçma. Velhasıl İtfaiye buraya kurulunca İtfaiye Meydanı olmuş. Şimdi “Opera Meydanı” diyen de var. Ben “İtfaiye Meydanı” hatta kısaca “İtfaiye” diyenlerdenim. Bazan da “bit pazarı” derim. “Hergele Meydanı” diyeni düzeltmem. Ama Opera Meydanı’ymış, Hergelen Meydanı’ymış, uymaz bana.
Velhasıl İtfaiye Meydanı turunuzu mutlaka Vitaminci Binali’nin sıkma meyve sularıyla tamamlayın. Kocaman bardakta mis gibi nar suyu 10 lira. Binali abi çok konuşkan değil ama çok kibar. Gözlüğü de çok şık.
Sağlıcakla kalın. Aklınıza bir şey gelirse yazın: metin@solmaz.net