“İstanbul var ve içinde yaşayan bizler olmasak da var olur. Şehre hakim değil tabiyiz. Ankaralı ise kentine hakim, akışta debelenmiyor, birlikte var oluyorlar.”
Ayşen Şahin

İstanbul-Ankara karşılaştıran yazılardan bıktınız mı? Ben bıkmadım. Bitmez tükenmez ve çok eğlenceli bir konu. Okuması kadar okumaması da kolay olduğu için hunharca ve bir kere daha aynı konuya giriyorum.

Önce İstanbul’a tutunamadığı için laf çarpıp duranlardan olmadığımı söyleyeyim. İstanbul’da on yıllarca yaşadım. Ve öyle bir tutundum ki şapkanız uçar. Yaşadığım semtler Beylerbeyi, Çengelköy, Teşvikiye, Koşuyolu, Büyükada gibi güzel, pek çok açıdan mükemmel yerlerdi. Genellikle evimle işim arası motosikletle 30 saniye mesafede oldu. Trafik çilesini çok az çektim. Takıldığım Merih’ten Süper’e, Hayal Kahvesi’nden Crystal’e kadar mekanlar şahaneydi. Süper bir çevrem vardı (hala var). Ve hepsinden önemlisi İstanbul’u vıcık vıcık gezdim, okudum. Tarihi Yarımada’da dokunmadığım yer yoktur. Tercihlerim nettir. Küçük Ayasofya’yı Ayasofya’ya, Zeyrek Camii’ni, Kayra’yı hiçbir şeye değişmem. Ağustos sıcağında Yerebatan Sarnıcı’na kahve içmeye gitmek, Çemberlitaş’ta Sultan Mahmut’un -neredeyse- koynunda yatan Şeyh Bedrettin’e David Bowie’den müstehzi türküler okumak gibi tuhaf zevklerim vardır.

Kalpazankaya’da önce denize girer sonra yukarı çıkar, Sait Faik heykelinin eline bir sigara tutuşturup rakı içer sonra aşağı iner bir daha denize girerim.

İstanbul civarında, Kıyıköy’den Yalıköy’e, Uçmakdere’den çekmecelere, Ağva’sından Kandıra’sına girmediğim deliği kalmadı. Poyrazköy’de epey çevre yapmıştım. Kartepe, Kıyıköy ve Hacıllı kamp alanlarımdı. Siz kaç kere Hacıllı’da dere kenarında çadır kurdunuz? Ben onlarca kere kurdum. Otuzbir, Otuziki ve Otuzüç isimlerinde üç köpeğim bile vardı, Hacıllı’da mûkim.

Velhasıl İstanbul’da şahane hayatım vardı.

İstanbul’u çok severim. Kıymetini bilirim.

Ve ama fakat lakin İstanbul ile izdivaç yaşamış birisi olarak söylüyorum, İstanbul eğlenilecek şehirdir. Evlenilecek değil. İstanbul’da en iyi ev, arkadaşının evidir. Mesela Melda’nın, Gülen-Semih’in, Murat’ın, Rauf’un, rahmetli Hamdiciğimin. Nitekim dünyanın en güzel şehrinde konaklama ikramlar dahil bedava. Kahır zulüm yok. Meyhanenin bini bir para. Yeni Meyhane’de Adnan, Hane’de Berk, Arkaoda’da Levent, Çıkmaz’da Koray, Cibalikapı’da Behzat, Asmalı’da Cavit abi, Seyhan ve Savaş… Daha kimler kimler. Gez gez bitmez. Şahane hayat.

Oysa ev benim olsa İstanbul’da bir işim olsa ne olurdu? Şöyle Suadiye’de Geberit banyolu, balkonsuz, kıç içi kadar bir eve döşensem ayda 50 bin kayme, nasıl fikir? Öğlenleri çubuk kraker saplanmış, peynir rendelenmiş yeşil salataya 250 lira verirdim hem. Ama metronun dibi ayol. Ulan metronun dibi olsa kaç yazar? Metronun kapısı ile kendisi arası iki bin adım. İstanbul’da metro ile bir yerden bir yere gidiyorsan ve dönüyorsan on bin adım atarsın. Ne oldu? Toplu taşıma kullandın. E toplu taşımayı ben kullandıysam on bin adımı kim attı? Aşağı in, aşağı in, yürü, yürü, tekrar aşağı in, yürü, yürü, yürü, yürü, tren. Bu ne, şaka mı?

Otobüsler mutsuz ve gergin insanlarla dolu ayrıca. Neyse ki metrobüs çok süper bir şey. Pırt diye gidiveriyor vallahi. Fermuarın icadından sonraki en iyi buluş metrobüs olabilir.

İstanbul’da berbat bir hayat yaşamak için hiçbir şey yapmanıza gerek yoktur. İstanbul kendisi becerir bunu. Ama İstanbul’da benimki gibi iyi bir hayatınız olması için çaba sarf etmeniz, şehri bir miktar hack etmeniz, biraz da şanslı olmanız gerekir.

İstanbul’dan insanları çıkarırsanız harikulade bir şehir kalır. Ankara’dan insanları çıkarırsanız hiçbir şey kalmaz. Melih Gökçek ile Dikmen vadisinde oturakalırsınız.

Buraya kadar geldiğinize göre yazının başında bulunan, aklındakileri lambır lumbur söylemesiyle meşhur İstanbul aşığı gazeteci arkadaşımız Ayşen Şahin’in söylediklerini okumuş olmalısınız. Onları sosyal medyaya söyledi bana değil. Mine Söğüt de cevap olarak demiş ki “İstanbul insana kendini kolayca değersiz hissettirebilir. Ankara ise her zaman insana kendisini değerli hissettiriyor :)”

Söğüt’e bir ek yapayım. İstanbul insana kendini değersiz hissettirmek için yola çıkmıyor. İstanbul insanı önemsemiyor. Yok sayıyor. İstanbul kendini o kadar kibirli kendini o kadar bizatihi bir varlık, bir samed olarak görüyor ki insanın bir önemi kalmıyor. İnsanevladı İstanbul için ancak Boney M.’in erkek bireyi Bobby Farrell’in orman saçlarındaki bitler ile karşılaştırılabilir. Görünmez, önemsenmez ama zararlı. Zaten akıllıca olmayan da bu. O insan evladı kaç yıllardır İstanbul’u hırpalamış, Rumlarını kovmuş, boğazını doldurmuş, dünyanın en paçoz mimarisiyle binalar yığmış, İstanbul’u bu hale getirmiş; İstanbul hala sırça köşkten kibir saçıyor.

Bütün İstanbul’u Konya Ovası’na taşısanız kuracağınız şehre İstanbul diyemezsiniz. Şehir bile kuramazsınız. Çünkü İstanbul nüfusunu dışarı çıkardığınızda birbiriyle pek bir bağı olmayan bir yığını çıkarmış olursunuz. Siz Konya Ovası’na gidene kadar elinizde pek kimse kalmaz. Ovaya ulaşanlar da obruklara filan yuvarlanır şehir kurmayı beceremez. Ama Ankara nüfusunu taşıyın, “Yankara” olarak herkes hayatına devam eder. Bir hafta sonra herkes sanki baştan beri orada yaşıyormuş gibi bir havaya bürünür, delirirsiniz.

Bir keresinde (yine) Kaş’tan Ankara’ya dönüyorum. Esat Dörtyol’dan geçerken bir baktım bizim Pizza Tek’in önünde bir hareketlilik. Bir Ankara sporu olarak kavga faaliyeti gibi değil ama. Bir acayip. Bir indim, mekan yanmış. Manyak, tatlı ve alkolik bir ustamız vardı sağolsun yakmış dükkanı. İtfaiye de gelmiş söndürmüş. Asıl olay şurada. İki yandaki kuru temizleyicinin anahtarını almışlar, açmışlar, içki-bardak taşımışlar oraya. Nasıl becerdilerse mekandaki yer halısını da çıkarıp yere sermişler. Herkes kokteyl düzeni içiyor. Her şey o kadar doğal ki sanırsın mekan zaten yıllardır o şekilde aslında da yan mekanda yangın çıkmış.

Ankara tutucu bilinir. Doğrudur da. Ama Ankara tutuculuğunu İstanbul kafası anlayamaz. Ankara sıkı tutar. Elindeki yanarsa sakince bırakıp öbürünü tutar. Öbürünü o kadar hızlı, doğal ve sıkı tutar ki öncekini unutursunuz.

Velhasıl İstanbul biradır. Alması bulması içmesi kolaydır. Ama hamallıktır. Ankara ise rakıdır. Aromalıdır. Zahmetlidir. Şekillidir. Artisttir. Tadına muhabbetine alışması zordur. Alışınca bırakması zordur. Muhabbeti sağlamdır.


Yazarın bir önceki yazısını okumak için: Ankara Palmiyesi #14: Laf Aramızda Engürü Kahve ve mekansızlar