Senesini hatırlamıyorum. Lisede olmalıyım. Bir mekana gitmiştim. Birisi götürmüştü. Öyle pahalı bir yer değildi. Birer cin tonik içmiştik. Ivır zıvır bir şeyler yemiştik. Gelen hesabı 30 ile çarpmıştım. Annemin maaşı çıkmıştı.

Normal birisinin, çalışmıyor bile olsa her gün dışarıda iki tek atacak parası olması gerekir. Bu insan hakkıdır. Annem gibi kalifiye, üniversite mezunu bir öğretmenin bunlara ek olarak kültür ürünü tüketebilmek için de parası olması gerekir. Yılda en az üç tatil yapması şarttır. Bunun bir tanesi yurtdışında olmalıdır. Ve bütün bunlara rağmen parası artmalıdır. Çünkü ancak bir köle kazandığı kadarıyla geçinir.

Bizdeki durum bu değil tabii ki. Olması gereken bu. Bizde maalesef birçok semtte bırakın mekana gitmeyi çocukların yetişkinlik hayalleri güvenlik görevlisi olmaktan öteye gidemiyor.

Anneciğim mi? Güldürmeyin beni. Eve tek maaş giriyor. Maaş maaşa benzemiyor. Annem o maaşla ev kirası ödeyecek. Yemek yiyeceğiz. Giyineceğiz. Işık yakıp yıkanacağız, bulaşık yıkayacağız, kömür alıp ısınacağız. Okul masraflarım, yol masraflarımız karşılanacak. Artan paradan bana harçlık çıkacak. Ben o harçlıkla gençliğimi yaşayacağım. Yok böyle bir hayat. Bir de Kenan Evren yılları. Film çekilmez, roman yazılmaz, konser verilmez, albüm çıkmaz. Eyvah. Lanet olsun öyle gençliğe.

Bugün “annem bir şeyimi eksik etmedi” diye hatırlıyorum. Bütünüyle bir cambaz gibi kendisini ve beni sağlıklı besleyip eli yüzü düzgün giydirmekle, barındırmakla kalmayıp bana harçlık da verebildiği için.

Annem bir kahraman. Hiçbir zaman takıldığı bir mekan olmadı. Ona rağmen sağlıklı, sevilen, etkili ve sosyal birisi oldu.

Ankara kışında lisedeyken sevgilimle; manita ya da konuştuğum kızla, her ne isim verirseniz onunla pasaj gezerdik. Soysal, Ülkealan hatta saçma sapan yere Kocabeyoğlu filan… Dışarısı soğuk. Cepte para yok. İnsan parası yoksa kışın Ankara’da kız arkadaşıyla ne yapar? Pasaj gezer. Şimdi AVM gezenlere çok kızmam biraz bundandır. Biz o vakit çulsuzluktan, sadece sıcak bir yerde yan yana durabilmek için pasaj gezerdik. Şimdiki düdükler bunu bir okazyon olarak yapıyor.

Bir mekana takılmak, sinemaya gitmek filan vakti ve parası olanın işidir. Ayakkabısındaki delikle meşgul birisi üçüncü nesil kahveciye gidip v60 demleme kahve içemez. TV karşısında BİM’den aldığı granül kahveyi içer. Ve böyle bir hayat hak ihlalidir.

Zaten o yüzden daha lisedeyken ilk hedefimin para kazanmak olduğunu anlamış, ufaktan çalışmaya başlamıştım. 16 yaşındayken, 1985 senesinde liseyi bitirdiğimde doğrudan Esat Dörtyol’daki Pizza Tek’e girmiştim ve hayatım değişmişti. 16 yaşında garsonluk yaparak, bit pazarından aldığı muhtar çakmaklarını Küçükesat ahalisine satarak ve bahşişlerle birlikte toplamda annesinden çok kazanan bir çocuğun bir daha mühendislik hayali filan kurması, ona sunulan herhangi bir hayata tav olması zordur. Ben de olmadım zaten.

Şehir hayatlarında mekanlar kaçmak, sığınmak, eğlenmek, sevişmek, tartışmak, kavga etmek, hüzünlenmek, mutlu olmak, oyun oynamak, dans etmek gibi ihtiyaçları gördüğümüz önemli yerlerdir.

Ömürleri ve sahipleriyle sık sık hiçbir ilgisi olmayan bir karakterleri vardır.

Bazıları da çok önemli mekanlardır. Mesela Engürü Kahvesi.

Ankara’da, bütün memlekette olduğu gibi kahve önemli bir şeydir. Ama kadınlı erkekli gidilen Girgin gibi, Engürü gibi kahveler daha da önemlidir. Engürü başka açılardan da önemlidir.

Mesela takılanlar acayiptir. Arkada özel bölmede kumar oynayanlar kimdi acaba? Hiçbir fikrimiz olmazdı. Çok merak da etmezdik. Yahut “halk” kısmını oluşturanlar. At yarışı oynayan, seyreden, hep içeride ya da içlerde oturan amcalar abiler?

Ve biz tabii. Kahvenin nereden baktığınıza göre işe yaramaz ama aynı anda çok yarayışlı kısmını oluşturan grup.

Mesela Alper Fidaner, Genco Dönmez, Tarhan Gurhan, Nihat Genç, Hasan Nami, Nedret Miser, dönemlerle Kemal Can ve pek çok başka insan kahvenin mobilyasıydı. Ben çok çalışkan bir temiz aile çocuğu olarak kahve köşelerinde onlar kadar vakit geçirmezdim. Kışları zaten neredeyse hiç gitmezdim. Ne o öyle sigara dumanı, okey sesleri. Kağıt, tavla filan bir kere bile oynamadım. Öyle entel kahveydi ama bir sayfa bile kitap okuduğumu hatırlamam. Derin tartışmalardan, memleket kurtarmaktan bahsedip durdular belgeselde, bizim masada Alper olduğu için öyle şeyler de olmazdı. Biz geyik yapardık. Kesintisiz konuşurduk. Ben hep yerinde konuşurdum ama Alper ve Genco’nun çenesi çok düşüktü.

Şimdi bu Engürü Kahvesi için nefis bir belgesel yayımlandı: Laf Aramızda Engürü Kahve. Ayşe Gültekingil, Can Mengilibörü, Özlem Mengilibörü ve Tanju Gündüzalp yaptılar projeyi. Beş yıl sabırla uğraştılar. İlmik ilmik ördüler. Çok titizlendiler. Ve nefis bir iş çıkardılar. Yüksel, Konur, Karanfil, Sakarya, kahve çevresinde olanlar, diğer mekanlar, dergiler, kitaplar, protestolar pek çok şey var belgeselde.

Tam 92 kişiyle uzun uzun konuştukları için bir saat 50 dakikaya inmeleri de kolay olmamış tabii. Baksanıza allasen şu tarihçeye.

Belgeseli Ankara Film Festivali’ndeki gösteriminde seyrettim. Filmdeki 92 genç yıldızdan biri olmama rağmen bir tek imza isteyen birey bile olmadı. Sanırım sanat ortamı filan diye.

Bilmeyenler için özet geçeyim. Bizim kahve süper bir yerdi. İçinden çoğu yapılamamış milyonlarca proje çıktı. Ama yapılmışlar da çıktı. Kahve merkezli dergiler, kitaplar, gazeteler, videolar hatta radyo bile vardı. Ulus Baker gibi efsaneler, Mehmet Fehmi İmre ya da Rıza Güzelgün gibi peygamberler, Nihat Genç gibi eski anarko-ülkücü, arada hafif solcu, en son Kemalist ulusalcı/ırkçılar, Kemal Can gibi ruhani liderler vardı. Tam listeye şuradan bakabilirsiniz.

“Engürü bir kahveden fazlasıydı” denilip durdu belgesel boyunca. Tabii öyleydi. A-Bar da rock bardan fazlasıydı. Zaten hep öyle olmaz mı?

Filmde bana bir de gıcıklık yapmışlar, sağolsunlar. Kahvede ne zaman dergi çıksa bir kurban seçilir, yazı işleri müdürü yapılırdı. Ben bununla dalga geçmiştim. Hemen arkasından bizim Müzük dergisinin künyesini göstermişler. Bilin bakalım sorumlu yazı işleri müdürü kimmiş? Allahtan salonda orayı kimse anlamadı da rezil olmadım. Çenemi tutarsam sonsuza kadar saklarım.

Filmi yapan arkadaşlar 92 kişiyle bir saat 50 dakika kahveyi anlatmışlar ben burada ne diyeyim gidin seyredin. Nereden seyredersiniz bilmiyorum. Kült Kavaklıdere’de bir gösterim olacak. İstanbul’da bir yerlerde gösterilecek. Biraz festival festival gezecek. Sonunda gider MUBI’ye oturur muhtemelen.

Belgeselde konuştukları 6 arkadaşımız ölmüş. Altısını da rahmetle anıyorum. Nihat abi yani Nihat Genç görüşmeyi kabul etmemiş. Ama en komiği bizim Süha (Ünsal) da kabul etmemiş. Dayanamadı gösterimden sonraki söyleşide üç laf etti tabii. Ama sanmıyorum ki o lafları artık filme sokabilsinler.

Engürü Kahvesi rahmetli oldu. Şimdi yerini bile tam çıkaramıyorum. Girgin de rahmetli oldu. Buluş yaşıyor mu, bilmiyorum.

Sanırım Yunanistan’la temel farkımız orada her mahallede meyhane varken bizde her mahallede kahve olmasıdır. Meyhaneler kahveler kadar erkek değiller. Kahveler arada yüceltilir ama meyhaneler gibi değildir. 

İşsiz güçsüz erkeklerin akşama kadar saçma sapan oyunlar oynadıkları, erkek muhabbeti yaptıkları, saatlerce sigara dumanında kağıt oynamak dışında pek bir şey yapmadıkları, bağlasan durulmaz yerlerdir. Kısa süreli ziyaretlerde ben de severim. Ama orada bir ömür geçirenler var düşünsenize.

90’lar bugün gibi değildi. Kadın hareketi bu kadar güçlü değildi. Aşırı erkek yıllardı. Kahveler de erkekti. Engürü de elbette erkek ve erkeklik-yoğun bir yerdi. Ama “diğer kahvelere göre” daha az erkekti. Bir kere kadınlar vardı. LGBT-İ’ler vardı. KaosGL orada başladı desem yeridir. Kadınların aktif ve etkin olduğu bir yerdi. Bizim Nedret’e Nesrin’e misal öyle erillik berillik sökmezdi.

Bugün Engürü gibi yerlerin yerini yeni nesil kafeler, daha Avrupai, daha az erkek yerler aldı. Engürü’nün zaten açıkken miadı dolmuştu, ayağımızı kesmiştik. Engürü belgeselinin en güzel yanı irrasyonel bir nostalji peşinde koşmadan işini yapması. Arkadaşlarımı tekrar tebrik ediyorum.

Necmi’yi, Ulus’u, İlker’i, Süreyya’yı, peygamberi, bütün yitirdiğimiz arkadaşlarımızı selamlıyorum.