Tren çok süper bir şeydir. Medeniyetin zararsız ve estetik olabileceğinin raylı ispatıdır.

Keşke ana yurdu hakikaten dört baştan demir ağlarla örebilseymişiz. İzmir’e Antalya’ya kadar bari örülseymiş. Nitekim tren hayattır. Tren muhabbettir. Tren blues’dur.

Ben en çok trene (hakikaten demir ağlarla örülü) Hindistan’da bindim. 1992’de Delhi’den Goa’ya (Vasco da Gama) gitmiştim. Gitmeden kiminle konuşsam “uuu çok uzak” deyip duruyordu. Gittim bilet aldım. Tren ertesi gün 15.00 gibi Goa’da olacak. Hesapladım 18 saat filan. İki haftada Türkiye’den gelmiş birisi olarak 18 saat nedir ki? Meğer bir sonraki günden bahsediyormuş gişedeki. Trende fark etmiştim. 42 saat. 3 kere de rötar vardı galiba. 45 saat. Önce dedim yolda takılırım, ara verip iner birkaç gün başka bir yerlerde gezerim. Sonra muhabbet o kadar iyiydi ki, inemedim. Akraba olduk nitekim kompartımandakilerle. İkinci sınıf rezervasyonlu. 3’er kişi karşılıklı oturuyorsun. Sonra akşam koltuklar yatak oluyor. Kuşetli.

İlk oturdum, muz ikram ettiler. Yedim. Elimde muz kabuğu bakınıyorum. Hunharca güldüler bana. Sonra yanımdaki herif muz kabuğunu sırıtarak elimden aldı. Yere attı. Sırıttım ben de, ne yapayım? Sonra kabuklu yemiş yedik. Yere. Elma soyduk. Yere. Kakamızı filan yapmadık Allahtan. Fakat o da ne, her durakta bir başka 9 yaşında çocuk geliyor büyücü gibi hızla temizliyor, bahşişleri topluyor, gidiyor. Çocuk mutlu, biz mutlu.

Sonra kız arkadaşımla -bu sefer bilerek- Trivandrum (sonra Thiruvananthapuram oldu) – Madras (sonra Chennai oldu) yolculuğumuz efsanedir. 72 saatti. Yarım saat olsun sıkılmamıştık.

Sadece filmlerde olur sanılan o tavuk fışkıran, çatısı dahil dolu trenlere de bindim, papyonlu garsonların servis yaptığına da, askeri olanına da. Selanik’e yataklı da gittim, Lahore’a inekli de.

Avrupa’da tren bir servettir malumunuz. 26 yaş indirimine rağmen çok kaçak bindim gençken. Övünmüyorum.

Hatta tam 37 sene önce kız arkadaşıma “güle güle” demeye yetişemediğim için, tren geciksin diye bomba ihbarı vermiş, bütün treni boşalttırmıştım. Övünmüyorum. Ergen cesareti işte.

Velhasıl beni bir tren mütehassısı sayabiliriz. Hiç itiraz etmem.

Ama en romantik tren nedir, diye sorarsanız, ki lütfen sorun, Mavi Tren’dir. Adı güzel, kendi güzel Mavi Tren.

Yüksek Hızlı Tren de fena değil. Ama YHT “Chicago blues” ise Mavi Tren “Mississippi blues”dur. Biliyorsunuz Chicago blues’u pek Chicago’lular yapmaz. İrlandalı Gary Moore bile yaptı (berbattı). Pek bir garantisi yoktur. Bir öyle bir böyle çıkabilir. Ama Mississippi blues türkü gibidir. En kötüsü bile dinlenir.

Mavi Tren de 20 saatte gitse bile muhabbeti yeter(di). Rahmetli Mavi Tren’i esas güzel yapan yürüyen meyhanesiydi. Bir içkili vagonu vardı, gece rakı servisi de olurdu. Gündüz sadece bira. O masaların dili olsa da anlatsa.

Küçük (33’lük) Tekel Birası servis ederlerdi. Hesap tutmak yerine şişeleri masada bırakırlardı. Öderken boş şişeleri sayarlardı. Ehm. Bizim işgal ettiğimiz masalarda, masa taştığından, arada hesap ödemek gerekirdi.

Saçma sapan ritüellerimiz vardı bir de. Mesela tünele gelince bütün masa ayağa kalkar, Angara havası oynamaya başlardık. Tünelden çıkarken bir şey olmamış gibi oturup ciddi bir sohbetin ortasındaymışız gibi yapardık. Muhakkak sonraki tünellerde diğer masalardan katılım olurdu. Ne arkadaşlıklar kuruldu o Mavi Tren’de.

Bunlar aklıma geldi çünkü şu anda bu yazıyı YHT’den yazıyorum. Ankara’ya geldim geleli hiç gitmediğim kadar çok İstanbul’a gider oldum. Tren sayesinde. YHT bir Mavi Tren değil. Onun gibi ses çıkarmıyor. Lokantasında sadece püskevit var. Ama olsun. Bozkır manzaralı tren, daha ne istiyorum? Ayrıca yine süper muhabbetler oluyor.

Yine de siz bu sayfadaki menü karşılaştırmasına bakın. Mavi Tren eski Türkiye, yavaş ve romantik. YHT yeni Türkiye, hızlı ve kaba saba. Gerçi Mavi Tren menüsü bulamadım, olsun. İdare edin öbürüyle. Bu arada yazılarımı takip edenler iyi bilir eski Türkiye nostaljisinden (ve bilumum nostaljiden) nefret ederim. Ama bu iki menüyü yan yana görünce insan şair olur vallahi.

Eski Türkiye-Yeni Türkiye. Mavi Tren menüsü bulamadım idare ediverin.

Tren konusunda şunu söyleyeyim. YHT ile Eskişehir 1 saatten biraz fazla sürüyor. Yani trenin asıl hızlı olduğu kısım Ankara-Eskişehir arası. İstanbul’da ise şehir içi seyahat rutini. Bu yakınlıkla Eskişehir’i Ankara’ya (ya da tersi) katılmış sayabiliriz yani. Mükemmel Odunpazarı Modern Müze’yi (OMM. Çok komik değil mi om çeker gibi? Omm Riders efsanesi var bir de güzel ruhların doktoru Feza Toker’in, onu sonra anlatırım) günübirlik gezebilirsiniz hatta.

***

Peki, A noktasından B noktasına hızlı giden en haysiyetli götürgeç tren ise, A noktasından B noktasına yavaş giden en haysiyetli götürgeç nedir?

Bisiklet elbette.

Önce Kurtuluş’taki çocukluğumda Pinokyo’m vardı. 1. Dedeefendi üssünde şimdi hukuk profesörü olan Erkan, kim bilir ne yapmakta olan Haluk ve kocaman Kobra’sı olan Ercan başta, bir yığın çocukla her türlü soytarılığı yapardık. Beyaz Gölge sayesinde hepimiz basketçiydik. Basket oynamadığımız zamanlarda misket, çivi, lik, kukalı saklambaç filan oynardık. Üstelik Pinokyo marka atlarımız vardı. Akrobasinin bin türlüsü. Bir de benim hatırladığım, herkes bisiklet sürebilirdi. Şimdiki gibi değildi. Küçücükken kocaman bisikletlerin orta demirinin altından bacaklarımızı geçirir, o kocaman bisikletleri sürerdik. Selenin üzerinde ayağa kalkardık. Ellerimizi bırakıp beceriksizce de olsa jonglörlük yapardık. Bir bisiklete dört beş kişi sığardık. İnşaat kumuna dalarak çarpmak suretiyle biten yarışlar yapardık.

Daha 11-12 yaşındayken Hacettepe üzerinden Yahudisiz Yahudi mahallesinde, Kurtuluş Parkı’nda, Cebeci’nin, Dikimevi’nin her köşesinde, arada Beşevler’de ve Bahçeli’de gezmiştim. O Pinokyo’mu seyrek olarak Nuri Kuş’a götürdüm. Ama genellikle kendim tamir ettim. Her seferinde parça arttırdım. Arttırdığım parçaları hep attım. Pinokyo’m hiç kızmadı bana. Blues Brothers filminin sonunda iflas eden araba gibi iflas edene kadar fiyakalı Polo’lara filan da nal toplattı hep. Polo ortadan 3 vitesli, yaslanma yeri olan chopper bisiklet. Pinokyo ise işte Pinokyo. Zaten o zamanlar en küçükler Hüdaverdi’ye binerdi. Bizler, yani halk Pinokyo’ya. Polo’ya da elit binerdi. Esem Sport-Mekap tartışmasındakinden daha sınıfsal bir durumdu.

Sonra biraz bisikletsiz yıllar geçirdim. 18-22 arası neredeyse sadece bisikletle gezdim. Üstelik kasetçi dükkanı işletiyordum. Sık sık Modern Çarşı’ya, toptancıya filan giderdim Seyran’dan bisikletle.

Ankara tam olarak bisiklet için yaratılmış sayılmaz. Şimdi nasıl yumuşattıklarını bilmediğim o Akay yokuşu, Cinnah, Reşit Galip filan üzer insanı. Nispeten yumuşak başlı Bülbülderesi bile git git bitmez.

Fakat bisiklet muhabbetperver bir cihaz olduğu için insanın uzvu haline geliyor bir süre sonra. Bir de tabii biz bisiklet üzerindeyken böyle tayttı, kasktı filan yoktu da. Ankara Tıp dünyasının duayen marketing eksperi doktorlarından Korhan An kardeşimle bir gün Engürü Kahvesi’nin (Ya da daha eskisi Aspava’nın, tam hatırlamıyorum) oraya geldik bisikletle. Bir kardeşimiz tam takım giyinmiş, böyle aynalı gözlükler taytlar filan. Oğlana “Hacı sen niye kendini böyle yaptın?” diye sormuştuk. Hatırladıkça hala utanırım. Belli ki o zaman da yanlış bir şey yaptığımı biliyordum ki hiç unutmadım.

Sonra Kıbrıs’ta bisiklet kullandım. Fırsat buldukça kullandım. Nepal’de açılan bir kapıya çarpıp uçtum. Amsterdam’da bol kanlı bir sokak kavgasının ortasına bisikletle düştüm, bisikletle kaçtım. Sonrası çocuklarla gezinti düzeyine kadar indi. Bir kere Atina’da ve yakındaki bir adada pandemiden hemen önce, son bisiklete binişimden yıllar sonra, iki gün üst üste 60’ar km’den fazla bisiklet kullanıp da Alexio, Seçil, Mehmet Ali ve Ulaş gibi bisiklet tutkunu sportmen arkadaşlarımın şapkasını uçurmam sayılmazsa yıllardır pek kullanmıyorum.

Hiç spor olsun diye (ya da bisiklet kullanmış olayım diye) kullanmadım ama. Böyle bir iki istisna hariç hep bir ulaşım aracıydı benim için.

***

İşte o günlerin hatırına bu pazarı bisikletle doldurdum.

Çok isteyerek olmadı. Son dakika yaratıcılığı.

Bu Ankaralılara bir rehavet basmış. Kastamonu veya Kızılcahamam diye başlıyorlar hafta sonu gezmesi için. Fakat konu hep Ahlatlıbel Parkı’na bağlanıyor. Alternatifi de Eymir. Fiks. Şu satırları okuyan bir on arkadaşım “Aha bak bana laf dokunduruyor” diye düşünmüştür. Evet. Hepinize laf dokunduruyorum. Armutbeli ya da Eymir’e lafım yok. Ama aynı katlanır bez sandalyelere sahip bu kadar insan, bu kadar omuz omuza bir araya festivalde filan gelmeli. Gerçek piknik bu değil.

Nitekim bu pazar Nallıhan diye başlayan konu eşimin de iş birliğiyle Ahlatlıbel Parkı’na bağlandı. Fakat beni kesmeyecek bu, belli. Hemen icat yapmalıyım, dedim ve yüksek teknoloji bilgimle Google Maps’i açıp elimi çeneme koydum.

O da ne? Ahlatlıbel Parkı, Çayyolu’ya 12 km filan ve yol üstünde 7’nci km’de adını bile duymadığım bir mimarlık müzesi var. Hazır vasistas.net’i de yapmışız, mimar arkadaşlarıma hava atmak için bir eşsiz fırsat bulmuşum, oh. Senaryoyu hemen yazdım. Bizimkiler arabayla gidecek. Ben bisikletle müzeye gideceğim. Müzede hoşça vakit geçirdikten sonra biraz terlemiş, gezmiş ve marine olmuş bir Metin Efendi olarak parkta sevdiğim arkadaşlarımla iki lafın belini kıracağım. Bir taşla kuş sürüsü.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Sağolsun Melih Gökçek’in katkılarıyla 12 km’lik yol için yokuşlarla renklendirilmiş 30 km bisiklet kullandıktan sonra Ahlatlıbel’e ancak 1 km yaklaşabildim ve karım beni dönüş yolunda arabasına aldı sağolsun.

***

İlk hedefim Merik Konağı idi. Kendisi Türkiye’nin ilk mobilya ve mimarlık müzesiymiş. Ben de hep belgesel, caz ve müze bir insan olarak çevirdim pedalları. Ankara yokuşlarını hatırlayarak vardım müzeye. Dediler 200TL. Dedim gazeteciyim. Gösterdim taş gibi IFJ basın kartımı. Dediler 7 ile 65 arasındaysanız Pulitzer alsanız da bedava yok. Şöyle bakınca anladım 200TL etmez diye ama bonkörlüğüm tuttu. Kıydım paraya girdim içeri.

Güzel yer. Siz yine gidin. Güzel bir on dakika geçirirsiniz. Ama ben içinde hayat olan evleri seviyorum. Bu evin -eminim kıymetli- sahipleri yurt dışında mukimlermiş. Buraya da ancak yılda bir iki hafta gelirlermiş. Ev 11,5 ay boş kalırmış yani. Onda da kocaman evin bir odasında geçirirlermiş zamanı. Sonra müzayedelerden servet ödeyerek aldıkları padişahların filan koltuk takımlarını koyup müze yapmışlar.

Bunu Abdülhamid bizzat yapmış.

Hemen çalışanları sorguya çektim merakla. Hafta sonları günde 10, hafta içleri 5’er ziyaretçisi oluyormuş. Yani güzelim mülk yıllarca boş tutulmuş, şimdi de pek bir trafiği var sayılmaz. Gelinler damatlar şekilli düğün fotoğrafları çektirmeye geliyorlar bir de. Bu da ayrıca komik ama neyse. Susacağım.

Devrimden sonra orayı kamulaştırır, mesela konservatuar sipsi bölümü yaparız. Her köşesi hayat dolar. Abdülhamit’in koltuk takımı da doğru Beylerbeyi Sarayı’na. Aynılar aynı yere.

Neyse. Asıl macera Merik’ten çıkınca başladı. Google reise yazdım Ahlatlıbel Parkı. Bastım yürüme modunda haritaya. Sonra da pedala bastım. O da ne? Öyle bir yol yok. Çıktım biraz kilometre harcayıp yeni bir yol buldum. O da ne? O da yok. Sonra yeni bir tane… Yine yok.

Haritada “aha şurası” Ahlatlıbel. Ama bir türlü gidemiyorum. Arada dağ var. Orman var. Askeriye var. İnşaat var. Yol yok.

En son yüksek teknolojiyi bir kenara bırakıp konvansiyonel yöntemlere başvurmaya karar verdim ve bir bakkala girdim. Önce merakımı giderdim. Abi bi’ bak gözünü seveyim bu sokaklar nerede? Kim yedi bunları?

Adam güldü. Dedi ki o sokaklar hiç olmadı. Melih Gökçek yapmadan işletmiş haritaya. Ah be Google aferin sana. Bir tanesinde tabela bile var.

İşte tabelası olan kendi olmayan Google sokaklarından birisi. Gerisinde tabela da yoktu.

Sonra yolu tarif etti. Dedi ki Beytepe Köyiçi’ne gideceksin, mezarlığın oradan İncek’e doğru dön, biraz yol var ama. Baktım 13-14 km filan. Dedim bu ne? Biraz şansımı deneyip, olayı gezmeye vurup güzelce bir yorulduktan sonra normal güzergaha ikna oldum. Asfalt ağladı be.

Yolda alternatifler buldum aslında. Mesela belediye otobüsüne binebilirdim bisikletle. Ön tekeri çıkarıp taksiye atabilirdim. Ama bakalım bu Ahlatlıbel macerası nasıl bitecek dedim.

Sonuç, bir yığın acayip yer gördüm. Değişik muhabbetler yaptım. Dizlerim ağrıdı. Ve iki tekerde, bisikleti zirvede bırakabileceğimi, motosikletimi nasıl da aşkla sevdiğimi hatırladım. Bisiklet guruları Aydan Çelik, Seçil ve Alexio başta olmak üzere bütün bisikletçi arkadaşlarımdan özür dilerim.

Ha, Aydan’a bir de sözüm var zaten motosiklet ya da yürüme/ayakkabı manifestosu yazacağım (Adam acayip. Süper bir bisiklet manifestosu yazdı. Çok okundu. Yetmedi bir de rakip manifesto istiyor kendisine.)

Haydi kalın sağlıcakla. Ben İstanbul’a biraz fitne fücur sokup döneceğim. Gerçi sonra da Bodrum görünüyor. Hayırlısı.

lavarla.com