Sosyal medyada çok dolaştı. Birisi temizliğe giden annesinin yemek macerasını muntazam bir Türkçeyle anlattı. Hikaye sıradan bir kötülüğü anlatıyordu. İşveren…

Sosyal medyada çok dolaştı. Birisi temizliğe giden annesinin yemek macerasını muntazam bir Türkçeyle anlattı.

Hikaye sıradan bir kötülüğü anlatıyordu. İşveren işçiye (kanunen) öğle yemeği yedirmek zorundaydı. İşveren öğlen pahalı şeyler yiyordu. Bunlardan işçiye almak istemiyordu. Çünkü pahalıydı. Nazik birisi olup o gün (işçiye de alabilmek için) kendisi ucuz şeyler de yemiyordu; çünkü o zaten ucuz şeyler yemiyordu. Bir yığın zarif çözüm bulunabilecekken işveren en paçozunu bulmuştu. Hemen hemen boş dolabı adres gösteriyordu; “dilediğini ye”.

Böylece hem zarif oluyor hem de tasarruf ediyordu.

Olayı aktaran Kadir Demiryürek işveren için şöyle diyor: “Örnekteki çift son derece kibar anneme karşı. Kibar ve güler yüzlü. Zaten artık bu modern zamanda şiddet, güler yüzle uygulanıyor. Şiddet, kibarca ve güler yüzle uygulanıyor.”

Zarif zorbalık bu.

Türkiye’de yeni yayılıyor. Medeni Batı’da öteden beri vardı. Birisini kibarca hor görmek olarak tanımlayabiliriz zarif zorbalığı. Tatlı kelimelerle aşağılamak. Yukarıdan bakmanın kendi gibi paçoz hallerinden birisi.

Nezaket meselesi

İnsanlar çeşit çeşit. Kimi İbrahim Tatlıses, kimi David Bowie. Kimi namaz kılıyor kimi çakra açıyor. Kimi açık kalp ameliyatı yapıyor kimi homeopati ilacı satıyor. Atatürk’ten Fenerbahçe’ye çeşit çeşit kutsalı var birçok insanın.

Bu kadar benzemez insanın birbirinin ağzını burnunu kırmadan anlaşabilmesi ancak sihirli bir anlaşma ile mümkün olabilir. O sihirli anlaşmanın adı nezaket.

Söylemesi kolay.

Retorik değil hakikaten söylemesi kolay. Hayatta nezaket kadar lafa gelince kolay yapması zor başka bir şey olduğunu zannetmiyorum.

Söylemekte ne var ki? Lütfen, aman efendim, ayol ne demek, elbette elbette gibi bir dizi laf var. Ezberleyip sık kullanınca oldu bitti maaşallah. Bir takım da klişeler.

Nezaket klişeleri

Nezaket maalesef pek çok vakit klişeler üzerinden yürüyor. Ben çocukluğum boyunca büyüklerin yanında ayak uzatmanın (uzun oturmanın) bacak bacak üzerine atmanın neresinin ayıp olduğunu çözmeye çalıştım. Meğer değilmiş.

Anne babalarımız nezaketi bir cumhuriyet politikası olarak adab-ı muaşeret kitaplarından yalan yanlış öğrenmiş bir nesildi. Çok şükür bu bakış azaldı. Bitmedi ama.

Kibarlık olarak anılan şeylere bir göz atalım. Mesela bir yakınım var sözünün kesilmesine kafayı takmış. Sözü kesildiği zaman saldırıya uğramış gibi hissediyor. Oysa (duruma göre) insan insanın sözünü keser. Hatta bazan şarttır bu. Araya mikro konular alır birisi. Yahut başka birine bir şey anlatırken kısa cevaplı sorular sorar. Sözü kesilen anlattığını anlatmaya devam eder. Birini konuşturmamak ayıptır. Sözünü ağzına tıkamak ayıptır. Yoksa sözdür bu kesilir de biçilir de.

Bir eski sevgilim taksilere, şoförlü arabalara önce biniyor oluşuma çok içerlermiş meğer. Bir gün söyledi bana. Kapıyı açıp onun binmesini beklemem gerekiyormuş. Halbuki pantolonlu ve daha uzun bacaklı taraf olarak aracın öbür tarafına bilerek önce geçiyordum. Nazik bir hareket olarak. Çünkü böylesi daha kolay oluyordu. O merasimle ve zorlanarak geçiyordu. Ama kimse benim bu zarafetimi anlamayacağım için böyle yapmamamı tembihledi. Bütünüyle irrasyonel bulduğumu söyledim tabii. Sonra da arabaya binme faaliyetini gelişine bıraktım.

Nezaket uğruna katlanmak

Can ciğer kuzu sarması arkadaşlar, “bir yastıkta kocamak” gibi her durumda aşırı iddialı bir fikirle yola çıkan çiftler filan nasıl oluyor da birbirinden tiksinen insanlar haline gelebiliyor?

Daha dün onun için telefonda sesini incelterek eridiğin birisinin bugün yüzünü bile görmek istemiyorsan buradaki tuhaflık sadece ona ait olamaz.

Zırvalarımızı hoşgörülebilir hale getiren şey olarak nezaket hakikaten çok önemli. Ama bu retoriğe indiğinde yarardan çok zarar verebiliyor.

Ve tabii bir başlayınca devamı da geliyor. Bir süre sonra bu saçma/yapmacık dolu nezaket yüzünden karşı tarafa katlanmaya başlıyorsunuz. Tam bu yüzden bir sıkımlık diş macunu yüzünden kanlı bıçaklı kavgalar çıkabiliyor. Bir diş macununu zorbalık malzemesi haline getiren şey olarak karşımıza çıkıyor.

Birisine ilk salak demek istediğinizde bunun bir yolunu bulup demez de içinize atarsanız zamanla bu masum salak lafı çok ağır hakaretler haline geliyor. Ve tabii başa çıkılamaz oluyor.

Teresa Bejan, Mere Civility: Disagreement and the Limits of Toleration (Halis Nezaket: Anlaşmazlık ve Hoşgörünün Sınırları) kitabında ve aşağıda linkini vereceğim konuşmasında konuşulan söz yardımıyla yapılan nezaketin saçmalık çünkü yapmacık olduğunu söylüyor. Gerçek nezaketinse bunun uzağında bir şey olduğunu ve muhakkak açıklık içermesi gerektiğini söylüyor. Mealen “Nezaket karşı tarafın yüzüne konuşmaktır. Her şeyi aynı anda değil. Ama yeri geldikçe her şeyi konuşmaktır,” diyor.

Farklı fikirleri konuşulabilir hale getiren şeyin nezaket olduğunu söylüyor.

Gerçek nezaket katlanmamaktır

Ülkücü bir tanıdığım vardı. Tatlı çocuktu ama işte ülkücüydü. Siyaseten bulunduğum yerin öbür ucu. Ablası asıl arkadaşımdı. Kardeşiyle de belli bir samimiyetimiz vardı. Severdik birbirimizi. “N’aber lan nasıl gidiyor uluma kurtarma çalışmaları filan” gibi laflar eder dalga geçerdim. O da benimle alay ederdi. Ablası “başkası dese şu lafları vurmuştu Metin. Sana nasıl katlanıyor bir de gülüyor üzerine anlamıyorum” derdi.

Bu çok geldi benim başıma. İnsanlar düşmanlık sezmedikleri zaman açıklığa karşı toleransları çok yüksek oluyor. Askerde iyi bir arkadaşım vardı. Tatlıcı. Bir gün koğuşa bir girdim, Tatlıcı birisini parçalamak üzere. “Sen Metin misin lan” diye bağırıyor bir yandan. Ona benim ettiğim türden bir laf etmiş birisi. Tatlıcı sinirlenmiş. Garibim de kendini “ama Metin sana neler neler söylüyor” diye savunmuş. Tatlıcı iyice sinirlenmiş.

Çünkü Tatlıcı ile aramızda gizli bir müstehcenlik anlaşması vardı. Normalde uzlaşma noktası bulmamız imkansız olan 6 çocuk sahibi, siyaseten öbür ucumdaki (Akit’te çalışıyordu) Tatlıcı ile müthiş arkadaş olmuştuk. 20 yıl geçti hala yazışırız.

Uzlaşmayı şart zannetmek

Peki biz Tatlıcı ile nasıl uzlaşıyorduk? Çok basit. Uzlaşmıyorduk. Uzlaşamazdık. Birbirimizin fikirlerini sevmemize olanak yoktu. Ama birbirimizin fikirlerine katlanmamız gerektiğini biliyorduk. Dikkat: Birbirimize katlanmıyorduk. Birbirimizin fikirlerine katlanıyorduk.

Birbirimizin fikirlerini anlayışla karşılamıyorduk. Birbirimizin fikirlerini hoş görmüyorduk. Birbirimizin uzlaşmaz fikirler sahibi olması durumunu kabul ediyorduk. Bu ancak gerçek bir nezaketle ve açık sözlülükle olabilir.

Bu satırları okuyanlar arasında ayıplayanlar çıkacağına eminim. En fazla da şu denecektir: “Sen görürsün yarın şeriat gelsin seni ilk kesecek olan Tatlıcı’dır.” Hayır. Ben yarın beni ilk kurtaracak olanın Tatlıcı gibi öbürü ile iletişime açık insanlar olacağına eminim. Çünkü şu memleketin -ve dünyanın- başındaki en büyük bela “öbürünü olduğu gibi kabul etme, (ona değil) onun o görüşlerinin onunla beraber yaşıyor olmasına katlanma”

Aynı şekilde yeni tanıştığım bir arkadaşımla Kürt sorunu tartıştık. Görüşleri devletin onlarca yıldır tekrarladığı şeylerdi. Benim için usandırıcı derecede sıradan fikirler. Ahmet diyelim arkadaşıma. Ahmet beni büyük bir sabırla dinledi. Tek kelimesine bile katılmadığını hatta çok tehlikeli bulduğunu söyledi. Sonra ben Ahmet’i büyük bir sabırla dinledim. Tek kelimesine bile katılmadığımı hatta çok tehlikeli bulduğumu söyledim.

Sonra Ahmet şunu dedi, eşsizdi: “Metin bak seninle iki alakasız uçtan yarım saattir konuşabiliyoruz. Birbirimizi kabul etmedik. Ama konuştuk. Yarın da birbirimizi kabul edeceğimiz sanmıyorum. Ama yarın da konuşabileceğiz. Müthiş bir şey bu.”

İşte sahtekarlığa uzak nezaket bu.

Felçli zarafet

Ben Alman orta üst sınıfıyla bir miktar vakit geçirdim. Benim sadece onlarda gördüğüm (ama muhtemelen epey yaygın) bir gülümseme şekli var. Böyle felçli gibi yahut botoks saldırısına uğramış gibi geriyorlar yüzlerini gülerken. Ve yüzlerini öyle tutabiliyorlar. Muhtemelen bunu hayatları boyunca yaptıkları için buna göre kırışıkları var yüzlerinde.

Bu felçli gülümseme çok pis bir şiddet içeriyor. Çünkü birilerini aşağılamak istediklerinde kullandıkları bir gülümseme bu. Birilerini kibar kibar aşağılarken. Önce benim arkadaşıma özel bir durum sanıyordum bunu. Meğer çok yaygınmış o çevrede. Bir punk’ı dinliyor, gülümseyerek. Kasiyerin hatasını affediyor, gülümseyerek.

Ve o gülümsemeyi dikkatle takip ederseniz hemen peşi sıra ama mutlaka göz teması bittikten sonra bir göz süzme geçiyor…

İşte ben buna zarif zorbalık diyorum.

Başka türlü de tezahür edebilir. Hele ast-üst yahut zalim-mazlum ilişkilerinde. Mesela Tantan’ın işkence yaptıktan sonra çay ikram edip sohbet ettiği söylenir. Güzel bir örnek. Hem vicdan rahatlatma var; “iş başka insaniyet başka”… Hem de bir nezaket şovu.

Ezcümle, çare yok. Bir arada yaşayacağız. Ve tek anahtar formül öbürünün varlığını kabul etmek. Bir lütuf olark değil. Gerçekten kabul etmek. Herkesin eşit ve herkesin farklı olduğunu unutmamak. Doğru bildiklerimiz bir yandan doğru bildiklerimiz olmaya devam edebilir elbette.

Zarif zorbalara karşı da uyanık olalım. Her fırsatta ifşa edelim. Uyaralım. Karşı çıkalım. Nezaket zorbalığa kurban edilemeyecek kadar önemli bir şey çünkü. Hepimiz için.

Ekler/Notlar

Kırılgan Temas

Bence kitabı okuyun. Şahane bir kitap. Ama en azından Zizek’in Türkçe baskı için yazdığı ve yukarıdaki linkten tamamına ulaşılabilen önsözü okuyun. Pişman olmayacaksınız. Keza Bülent Somay’ın önsözü de çok nefis.

Teresa Bejan, Nezaket sahtekârlık mı?

Yazıda bahsettiğim TED konuşması. Türkçe altyazı da var.

Kadir Demiryürek’in annesiyle ilgili Tweet zinciri

Aksu Bora, Bir kuru para

Yukarıdaki zincirden sonra yazılmış Aksu Bora yazısı